7. 1940'lı Yıllarda Beylerbeyi

Bu deniz kenarı bırakılırmıydı..
Annem ile babam Kadıköy de ev arıyorlar. Beylerbeyi, o deniz bırakılırımı. Her halde annem burada fazla yoruldu. Evimiz 3 kat, in çık kolay değil. Birde kocaman bahçemiz var. Bir iç bahçe yazın yemek orada yiyoruz. Kapı ile ayrılan denize kadar uzanan bahçe. İkisi de yüksek duvarlı, böyle olunca burada rahat rahat tavuk besliyorduk. Bir ara kuzumuz bile olmuştu. Annemi anne bilip, arkasından zıplayarak koşmasına bayılıyorduk. Ama sonunda eliyle beslediği sevimli hayvanı, kimin gönlü razı olur kesmeye. Ne yapacağını şaşırmıştı annem. Tavukları kuluçkaya yatırmak, civciv çıkarmak en büyük zevkimiz di. Ne severdik o minik şeyleri. Artık şehre taşınmak istediler herhalde. Burası biraz köy.

Beylerbeyinde o senelerde hiçbir şey yok. Vasıtası sadece vapur. Otomobil otobüs hiçbir şey yok. Sokaklar ne kadar boştu. 40 lı seneler ablamın sokaktaki resmini görenler sayım günümü çekilmiş bu resim der. Ne alacak olsak Üsküdar’a, Beyoğluna, veya Mahmut Paşaya giderdik. Kapalı çarşıya girerken solda bir Karakaş vardı, ayakkabı en çok oradan alınırdı.
Ablam 1940 senelerinde Beylerbeyi sokakları böyle boştu.
Elbiselik kumaş, yün hiçbir şey yok. Saç kestirmeye berber yok. Onun içinde Üsküdar’a veya Taksime giderdik. Elbiselik kumaş dedim, o zaman dikilmiş elbise yok. Kumaş alınır, ya kendin dikeceksin veya terziye diktirecen. İskele civarında bakkal belki iki tane vardı, bir kasap, bir sebzeci, bir fırın, birde simitçi fırını. Bir dükkânda kırtasiye tuhafiye karışık. Birde eczane vardı. Belki 2 tane olabilir. Her mahallede bir ayakkabı tamircisi mutlaka olurdu. Şimdiki gibi öyle çeşit çeşit ayakkabımız olmazdı. Bir veya iki tane olurdu, tabanları kösele idi, onlarda eskiyince tamir edilirdi. Bu yüzden, bayramda ayakkabı alınacak diye, ne kadar sevinirdik. Yazın açık sinema, arada tiyatro, ama kışın hiç bir şey yok. Bir halk evi vardı. Orada gençlerin müsameresi veya müzik çalışmaları ne kadar sevilirdi. Kıyı boyunda yalılar,  yolun iç kısmında gayet seyrek, büyük bahçeler içinde köşkler. Küplüce ye doğru, birde saraya doğru sokak üstünde evler.


Beylerbeyi Sarayı
Küplüce ye çıktıkça, yine büyük bahçeler içinde köşkler vardı. Bugünün köprüye baglanan yollar yerinde hep tarlalar bostanlar vardı. Beylerbeyinin en mühim olarak Sarayı vardı. Okulumuza komşu olduğu için, bizi her sene götürmüşlerdi. Çok bayılmıştık tabii. Sarayın  ilginç bir yanı da, yamaçlara doğru yükselen set bahçeleri, havuzu ve altından geçen tarihi tünel. Kara yolundan Kuzguncuğa giderken, bu tünelden geçilirdi. Aralıklarla dizilmiş, gaz lambaları ile bu tünel, bana çocukken çok ürkütücü gelirdi. Şimdi yol başka yerden verilmiş. Bu tünel de tamir ve restore edilmiş, Kültür tanıtım merkezinin tanıtıcı kitap, kartpostal, poster, hediyelik eşa satan dükkanlar olmuş. Sarayın önünde deniz çok akıntılı idi. Burada başlayan akıntı, Vaniköy e kadar gider, oradan biraz açıldıktan sonra, tekrar Saraya dönerdi. Akıntının yönü havanın lodos olduğunda değişirdi. Buralarda denize girmek tehlikeli idi. Sandalla bile akıntı yönünü iyi bilen geçebilirdi ancak.

 Beylerbeyinin akşamüstü piyasaları için, Caminin önünde birde rıhtımı vardı. Yürüyüş yapılır, balık tutulurdu. Sokaklarda akşam üstü, elinde sopası ucunda alev olan bir görevli, gaz lambalarını yakardı. Evlere elektrik gelmişti ama, sokakta bu gaz lambaları ile idare edilirdi. Şimdi hatırlayıp, ay ne güzeldi dediğim, sokaktan geçen satıcılar, bu satıcılar sadece Beylerbeyinin degil, eskinin bütün sokaklardan geçen satıcıları idi. Yoğurtçular vardı,  sırtında bir sopa iki ucunda koca iki tepsi yoğurt, Kaymaklı Silivri yoğurdu, aman ne lezzetli idi. Hele kaymağı, onun tadını kimse unutamaz. Tahin pekmez satan satıcılarda vardı. Geceleri iyiiiii boza, diye seslenen bozacılar. Yanında sarı leblebi. Eşeklerle sebzeciler geçerdi. Sucularda, tenekelerdeki içme suları nı eşeklerle taşırdı. Birde kalaycılar geçerdi. Tencereler bakırdı, kalaylamak lazımdı. O zaman hırsız yoktu, ama yinede, düdüğünü çalarak geçen bekçileri çok severdik. Balık mevsiminde gaz lambaları yakıp, balık tutan balıkçılar, denizin üstünde, ateş böcekleri gibi pırıl pırıl dolaşırlardı. Sahi eskiden birde ateş böcekleri vardı, şimdi nerde onlar?

Biz küçükken  hasta olmaz mıydık acaba, hiç hastaneye gittiğimi bilmiyorum. Bizim aile doktorlarımız vardı. Ona giderdik veya o gelirdi. Ameliyat gibi çok mühim durumlarda, Üsküdar da Numune hastanesi veya, İstanbul tarafında Guraba, Haseki, Cerrahpaşa hastanelerine gidilirdi. Tek vasıtamız olan vapurları çok severdik. Çok samimi olurdu, her kes birbirini tanır dı. Vapura binerken her kez saygılı idi büyüklere yol verirdi. Hele eski zamandan anlatılan bir anı. Beylerbeyinin ahalisinin ne kadar kibar, ve saygılı olduğunu anlatıyor. O devirde Beylerbeyine vapur yanaşır, ama buradan kalkamazmış. Neden mi. Vapur yanaşıp kapı açılınca, herkez saygıyla birbirine yol verir, siz buyurun, siz buyurun dermiş. Bu böylece uzar gider, kimse önden geçmek istemez, vapurda bekler dururmuş. Bu yüzden Beylerbeyi teşrifatı ile meşhur olmuş.
1940 seneelerinin Şirketihayriye Vapurlarından biri.
Bizim zamanımızda da o kadar değilse bile, yine herkes büyüklerine yol veriyordu. İtişmek kakışmak diye bir şey bilmiyorduk. O senelerde köprü yoktu. Gece İstanbul tarafında işi uzun süren, son vapura yetişemeyen, sandal ile geçmek mecburiyetinde kalırdı. O zamanki vapurlar kömür ile işler, kara dumanlarlar savurarak giderlerdi. Ama biz o zamanlar, hiç hava kirliliği diye bir şey bilmezdik. Karaköy, Kadıköy arasında işleyen vapurlar daha büyükdü. Ama biz bogaz da işleyen, o küçük samimi  vapurları  çok severdik. Hele Üsküdar Beşiktaş arasında işleyen bir vapurlar vardı ki, küçücük oyuncak gibiydi. O küçük vapurlar, o zamanın yolcusuna yeterli idi. Bogaz vapurlarını o seneler de, Şirketi Hayriye denen bir şirket işletirdi. Daha önceleri de yandan çarklı vapurlar işlermiş. O yandan çarklı vapurlar sonraları Adalara işledi en sonda 1953 senelerinde Karaköyden, Moda, Kalamış, Caddebostana işledigini hatırlıyorum.