71. Pasedena'yı Geziyoruz

Sene 1998, Los Angeles, Pasedena’dayım. Sabah kalkıp dışarı çıkınca nasıl şaşırdım bilemessiniz. Ben Ocak ayında geldim buraya, ama burası tam bir ilkbahar. Güneşli bir hava, ne üşünüp ne terleniyor. Etrafı tanımak için Serap’la yürüyüşe çıktık. Her taraf temiz, yeşil ve çiçek. Birbirleri ile yarış edercesine güzel evler, çiçekli bahçeler içinde.

Her yerde ilk bahar hazırlığı yapılıyor. Ağaçlar budanıp çiçekler dikiliyor. Kuşlar bıcır bıcır ötüyor. Sokaklar geniş, trafik yok, hele ara yollar tam yürüyüş için. Her yer düzenli. Kaldırımlar muntazam, hiç iniş çıkış yok. Rahat rahat yürü. Evlere bakacağım diye yoksa patır patır düşerdim. Hangi tarafa bakacağımı şaşırıyorum.

 Hala maket ev yapıyor olsaydım, burada hangisini yapacam diye tercih etmek zor olacaktı. Hepsini yapmak isteyecektim herhalde. Madison’da maket ev yapmayı öğrenmiş sonrada sergilemiştim. Çok beğenilmişti ama, bende kendimi bayağı yorup hastalanmıştım. Darıca huzurevine gelip dinlenince iyileştim. Serap’ta çağırınca yine koştum geldim. Aman ne iyi etmişim. Bakalım bu seferde burada neler görüp öğreneceğim. Adnan benimle buraya gelmedi, huzurevini çok sevdi. Yolculuktan korkar zaten, oturmayı tercih etti.

Serap’ın okulu evine yakın, aynı sokakta, yürüyerek gittik. Okul yolu iyide, ara sokaklara girdik mi her bir ev kartpostal gibi, bakmaya doyamadım. Uzun uzun yürüdük. Evlere baka baka, ay oda çok güzel, ay buda çok güzel derken kaybolmak kolay. Eve dönünce hemen yolların krokisini çıkardım, cebime koydum.

Sonraki günler Serap okula ben yürütüşe. Her yer düz hiç yokuş yok, yürü yürüyebildiğin kadar. Bir yerde de film çevriliyordu aslında her gün çevrilirmiş. Tamam, çıktı bana eğlence. Yürü yürü, sonra film seyret. Evde televizyona, diziye lüzum yok. Hakikisi önümde.

Meğerse, Hollywood stüdyoları dizi ve film çekimlerinde buradaki bu güzel evleri kullanıyormuş. Simdi anlaşıldı evlerin niye böyle malikane gibi büyük ve harika bahçeler içince oldukları. Ev sahipleri içinde bu bir geçim kaynağı oluyormuş.

 Aslında ben buraya gelince televizyonu dizi değil de bir şeyler öğrenmek için seyrederim. Martha Stewart diye bir hanım el sanatları, çeşitli el işleri gösteriyor. Başka programlarda da çeşitli işler yanında ev yapmayı bile öğretiyorlar. Bende hiç birini kaçırmadan büyük bir zevkle seyrediyorum.

Burada birde mahalle içi bedava otobüs var. İstediğin gibi bin git gez. Daha uzaklara gitmek için de otobüs tarifelerini aldım. İlk gitmek istediğim yer Hollywood oldu. Serap`a söylediğimde aman sakın ha, o bölgelere yalnız gidemezsin, orada sokaklarda dolaşamazsın, seni ben götürürüm araba ile geçeriz görürsün dedi. Hakikaten gittik sokaklarda kimse yoktu, sade sokak başlarında elinde köpek bir zenci. 1950-60’larin meşhur Hollywood bölgesi, kaldırımlarda eski artistlerin ayak izleri, yıldızların içinde isimleri olan sokak çok bakımsız bırakılmış, tehlikeli bir yer olmuş. Aksam üstü saat 5 de bütün dükkânlar kepenklerini indirmiş, gidiyorlardı.

Bir daha ki gezimiz için Serap daha eğlenceli bir yer bulalım dedi, ve de eğlence dünyasının merkezi olarak bilinen Universal Studios’a gittik. Aman, neydi orası öyle, kelimelerle anlatılır gibi değil. Hayatınızda başka yerde yaşayamayacağınız deneyimlerin yaşandığı bir yer. Anlatmaya çalışıyım bakalım.



70. Los Angeles’a uçuş


Başta rahat, sonunda biraz sıkıntılı geçen bir yolculuk oldu. Londra ya kadar her şey güzeldi. Uçak çok tenha idi, üç kişilik yer benimdi. Zaman zaman yattım, o ne rahatlıktı. İkramlarda güzeldi.

Uçak Londra ya ineceği zaman geçen sefer şehrin güzelliğine bayılmıştım, bu seferde birkaç tur attı şehri bize iyice tanıttı. Evlerin ve yeşil arazilerin muntazamlığına hayran oluyorum. Birde uçağın İstanbul’dan kalktığı zamanki görülen manzara, bizim evlerin karmaşası, taş yığınının çirkinliği.  İnsan iki görüntü karşısında üzüntü duyuyor.

Londra’ya inince geçen seferki o yollardan kurtulmak için tekerlekli iskemle istedim. Hastalara, sakatlara, yaşlılara bu kolaylığı tanıyorlar. Kestirme yollardan geçtik, asansöre bindik indik. Otobüse geldik. Buradan sonrası yine bana aitti. Otobüsten inince yine  yürüyen merdiven ve salona  gelmişim. Muazzam bir yer,  muazzam kalabalık. Monitörden kapımı öğrenmek istedim, daha yazmıyor. Biraz etrafı gezip mağazalara baktım. Derken kapı no yazdı, hemen kapıma gidip, bilet ve pasaport kontrolünü yaptırdım, uçağa bindim. 

Yanımda bir karı koca, nezaket icabı çat pat bir iki kelime konuştuk. 10  saat epiği zor geçti. İlk başta içecekler ikram etmeye başladılar. Aman alem ne kadar içiyor, hiç birini de geri çevirmiyor. Aslında çok su içmek lazımmış sonradan baş ağrısı olmasın diye. Ben tuvalet korkusundan hiç içmedim. Uçak yolculuğunun en zor yanı bu, sırada beklemek, dolap kadar küçük bir yerde, oturacağın yere sereceğin, kullanacağın, elini sileceğin tuvalet kağıtları ile uğraşmak. Onu it onu çek, onu oraya at onu buraya at. Yolculuklarda pantolon giymek iyide, bu tuvalet yüzünden etek giymeyi tercih ederim.

İçki dağıtımından sonra sıra geliyor yemeklere. Liste dağıtıldı, tavuk eti, kuzu eti, vejetaryenler için ayrı yemekler, hangisini tercih edersen. Her şeklide çok güzel ve lezzetli oluyor. Biz yemeğimizi yerken, bir ara kaptan anons verdi. Uçağın rotası epiği kuzeyde, pencereden bakarsak aysbergleri göreceğimizi söyledi. Azda olsa ingilizce bilmemin faydası oldu bu anonsu anladım,  aysbergleri çok güzel seyrettim. Muhteşem bir görüntü idi. Birbirine yaslanmış buzdan dağlar, bu manzarayı canlı olarak seyretmek ele geçmez bir fırsattı. Resimlerde veya televizyonda gördüğüm aysbergler canlı olarak önümdeydi. Çok etkiledi beni.

Pencere kenarında oturmak  iyi de zorluğunu sonra çektim. İnerken yanımdaki karı koca bir türlü kalkmadılar bende tıkalı kaldım. En sona kalınca tekerlekli iskemlem yoktu yürüdüm. Bayağı uzundu yollar, vize sırasında da arkalara kaldım, birde uçakta doldurduğum formlarda problem çıktı. Formu doldurunca doğrumu diye hostese sormuştum tamam demişti. Arkada 3 soru daha varmış onları görmemişim. Onlarda ne sorulardı bakın. Yanında kedi köpek getiriyor musun? Çantanda meyve var mı? Bunlar tamam. Ama öyle bir soru vardı ki anla anlayabilirsen. Daha önce bir yere uğradın mı? Orada çadır kurdunsa çadır direğinde hangi milletin toprağı var? İşte bu soru beni çok üzdü. Anlamadım bir türlü, tekrar tekrar soruyorlar yok anlamıyorum. Aman ne zormuş tek başına, hem de dillerini anlamadığın bir ülkeye geliyorsun. Nihayet anlamış gibi No No dedim ohh kurtuldum. Ama sıkıntıdan epiği terledim ve geciktim.

Bavul yerine geldiğim de ne göreyim,  yeni uçak geleceği için bavulları dönen banttan boşaltıyorlardı, benim bavul da gidiyor, koştum bu bavul benim dediysem de duyan kim, umurunda değil, gidiyor bavul. Birini buldum yine çat pat anlattım, oda elime bir form vermez mi. Baktım olacak gibi değil, Serap kapıda bekliyor ben çıkmayınca merak edecek,  bavulu bırakıp Serap’ı bulayım dedim, oda hakikaten herkes çıktı annem nerede diye telaşlanmış. Başıma geleni anlattım. Formda yine birçok soru sual doldurduk ve kavuştuk bavula. Bu yolculukta böyle bir macera ile bitti, ama beni bayağı üzdü ve yordu.

Serap’ın arabası ile İstanbul’un trafiği gibi 20 dakikalık yeri 45 dakikada geldik. Arabada gelirken konuşmuştuk zaten, eve gelince bir duş ve yatak.

Ben Ocak ayında geldim buraya ama, sabah kalkınca ne göreyim, bir ilkbahar sabahı, etraf çiçek dolu. Yine bir cennete gelmişim. Çiçek kokulu yumuşak bir hava ve güzellik.

69. Huzurevi’ne geliyoruz

Çalışmalar, sergiler yoğun günler geçirdim. Adnan’ın hastalığı, birde o sıra Erenköy’ün havası bayağı bozuktu. Doğal gaz gelmemişti, yan apartmanın kalorifer mazot kokusu doğru bizim evdeydi. Bütün bunlar beni hasta etti, bir çarpıntı yerimden kalkamadım, köşede kaldım. Doktorlar temiz havalı bir yer tavsiye ediyordu. Günlük işleri bile yapamıyordum. Serap yardımcı tutmak istedi. Oda olmaz ben huzur evi istiyorum diye tutturdum. Adnan’ın bir daire arkadaşı, burada Darıca Huzurevinde yaşıyormuş, onun vasıtası ile geldik, gördüğümüz an bayıldık hemen geliyoruz dedik. O zamanlar boş odalar vardı. Formaliteler hazırlandı. İşte 16 senedir buradayız.

Buraya geldiğimizde bayağı hasta idim, bazı günler, geceler nefesim daralıyor, oksijen almak için hastaneye gidiyordum. Aman ne kadar iyi ettik buraya gelmekle ne rahat bir hayat, oteldeyim adeta. Butik otel burası. Dinlenince, havası da iyi gelince iyileştim.

Her işimiz yapılıyor, yemek önümüze geliyor, bizde dinlenip arkadaşlarla güzel vakit geçiriyoruz. Eskiden beri hep şikayet ederdim, biz ev hanımlarının emekli olmaya hiç hakkımız yok mu derdim, mütemadiyen yemek pişir ev işi yap. İşte ne güzel, burada tam bir emeklilik yaşıyoruz.

Yine başladım bir şeyler yapmaya. Maket evler yapmayı özlemişim, evlerimi Yıldız Sarayında bırakmıştım, burada yine başladım yapmaya. Bir de odamızın önünde çok büyük bir teras var, boş duran birçok saksı. Amerika gezimizde her yerin nasıl çiçeklerle donatıldığını görmüştüm. İşte önümde her şey hazır. Vakit var, saksılar var. Güneş, su. Neler yetişir burada. Hastalığımı unuttum. Bütün huzurevinin önü boydan boya teras, doyamadım dikmekle. Her yeri donattım. Çiçek bahçesine döndü burası. Bu güzellik karşısında iyileştim. 3. katın koridorunda yeni yaptığım maket evler, denize karşı terasta çiçekler, küçük fıskiyeli havuz, şemsiyeler, masalar. Misafirleri burada ağırlıyorduk. Müfettişler bile bayılıyor kahve molasında burada oturuyorlardı. Hatta İzmit’e otele niye gidelim ki burası daha güzel deyip huzurevinde kalırlardı.

Geceleri birlikte çok güzel eğleniyorduk. Hatta müfettiş bey benim maket evlere o kadar hayran oldu ki kendi de yapmak istedi. İleriki seneler de mutlaka yapacağım bende demişti. Sade maket ev değil, her aklıma geleni yapıyordum. 4. katın köşesi boş hadi oraya da bir şömine. Müfettiş beyde her köşeye bayılıyor hepsinin önünde resimler çekiyorduk. Sonunda giderken bana bir teşekkür yazıp bırakmış ne kadar hoşuma gitmişti.

Arkadaşlarla uyum içinde güzel geçiyordu günler. Öğleden sonra oyun fasılları. Geceleri mehtap sefaları. Müdürümüz Bilge hanımında gelirdi mehtap sefalarına. Ne kadar eğlenirdik. Tam benzemişti butik otele. Bir arkadaşla da oka dar güzel anlaştık ki. Onunla geziler tertip etmeye başladık. Diğer huzurevleri bizleri misafir olarak kabul ediyorlardı. Bu şekilde aman ne güzel geziyorduk. Bursa Huzurevinde kalıp etrafı, Uludağ’ı gezdik. Konya’da kalıp Mevlana’yı ziyaret ettik, tarihi yerleri gezdik. Bolu’da kaldığımız da ne çok gezecek yer varmış. İstanbul’da, içinde yaşadığımızda bu kadar güzel gezmediğimizi düşündük. Birde arkadaşın neşesi, esprili konuşmaları bu gezileri bir kat daha güzelleştiriyordu. Ciddi ciddi konuşur ama kırar geçirirdi herkesi. Her gittiğimiz yerden dönmeyin bizde kalın diye teklifler alıyorduk.

Huzur evimizde hep birlikte de gezilerimiz oluyordu. Birçok yerden çağrılıyor, yemek davetlerine gidiyorduk. Bayramlarda sabahtan protokol gelir, bizde evlatlarımız gelmiş gibi severdik onları. Sonrada birçok ziyaretçimiz olurdu. Yalnız bize sorulan bir soruya çok canımız sıkılırdı. Sizin kimseniz yok mu niye geldiniz buraya. Biz de onlara burada arkadaşlar bir arada ne kadar mutlu olduğumuzu, yaşlılıkta yapılacak en güzel şeyi yaptığımızı söylerdik.

68. Amerika’da Neler Öğrenmişim

Pek güzel geçen bir geziden sonra döndük evimize. Bir rüyadaydık sanki, uyandık. Gidişte pek acemi idik ama dönüşümüz kolay oldu. Evimizi özlemişiz diyemeyeceğim, yok yok hayır, aklımız o güzel yerler de, kızımızda kalarak geldik. Yeni yerler tanımak ne güzeldi.

Birde maket ev yapmayı öğrenmişdim. Gelir gelmez hemen başladım çalışmaya. Aman ne zevkli geldi bu çalışma. Malzemeleri de kendim icat ettim. Sanki eskiden beri maket ustası gibi hiç zorlanmadan yaptım ilk evimi.  Eh tamam o zaman bana iş çıktı, maket yapmaya devam. İlk deneme evden sonra, kendi gelin geldiğim, kızımın doğduğu ahşap evimizi yaptım. Arkadan Atamızın Selanikteki doğduğu pembe konak, Eskişehirde odun pazarında İnönünün İnönü savaşında kararğah olarak kullandığı evi, Safronbolu evleri. Böylece devam etti.
Yaptıklarımı yeşillikler arasına veya  havuz başına koyunca sahici ev gibi duruyorlardı.

Bu yaşta Amerika’ya gittim ne zevkli bir iş buldum, daha önce gideydim neler yapardım. Orada sade maket ev malzemeleri değil hakiki evini bile malzemelerini alıp herkes kendi yapıyor. Bizde Serapla ne evler yapardık.

Evleri yaptıkça yapmak istiyordum. Görenler de sergi açmamı öneriyordu. Eh artık sergilik oldular açayım dedim. İlk başta Bağdat caddesinde Emlak Kredi Bankası sergi salonunda 10 Kasım 1995’te  bir kokteyl vererek açtım sergimi. Çok beğenildi Ankara TRT 2  televizyonundan, birde TGRT hanımlar saatinden çekim yapıldı. 15 gün derken uzadı bir ay açık kaldı. Sergi sırasında Vakko dan gelip beğendiler onlarda da sergi yapmamı istediler.

Oradan Mimarlar Odasına, sonra 1996 İstanbul Habitat 2 de sergilendi. Maketler evden bir çıktılar bir daha dönemediler. Evler artık Mimarlar Odası’nın olmuştu.

19 Mayıs 1996’da Ataköy’de ki Yunus Emre Kültür Merkezinde, Samsunlular çok büyük bir hafta hazırlamışlar. Bendende sergi yapmamı istediler. Oraya da götürdüm evleri, orada da çok ilgi gördü. Bu etkinliğe katkım olduğu için birde Teşekkür Sertifikası aldım.

Evleri Mimarlar Odasından alıp Ataköy’e götüreceğim sıra vasıta gelsin diye beklerken, Yıldız Sarayı müdürü geldi. Evleri görünce bakışını hiç unutamam. Götürmeyin bizde de sergi var,  Sarayda da sergileyelim dedi. Vaziyeti anlattım dönüşte size getiririm diye söz verdim.

Maket evleri yaparken yün işlerine de devam ediyordum. Eskiden beri örgüleri beraber yaptığım kızım evlenmiş, birde kızları olmuşdu. Hep bizim karşı daireye gelmek isterdi. Oda oldu, kızımızın dairesi boşalınca o taşındı, artık karşılıklı oturuyor, daha zevkle uyum içinde çalışıyorduk. İnsanın sevdiği bir komşusu olması ne güzel şeymiş. Hem komşu, hem çalışma arkadaşı.

Örgülerimiz çok beğeniliyordu, en lüks mağazalarda satılıyordu. Sheraton otelinde, Nişantaşı’nda Divina mağazasında. Birde Kartopu Bağdat caddesinde mağaza açmıştı,  bizim işler bayağı çoğaldı. Defileler yapıyor, Almanya’ya fuarlara gidecek örgüleri hazırlıyorduk.

Çalışıyor, her şeye yetişiyorduk. Annesi yaşında idim ama bana abla diyordu, Tülin Günaydın Kahraman çok akıllı, becerikli, çalışkan ve neşeli idi.  Zor ve karışık örgüleri bile severek yapıyordu. Her meziyet vardı onda. Bana kızımın yokluğunu hissettirmiyordu. Kızı da maket evlerle oynuyor, oda bana torun zevkini tattırıyordu.

Birbirimizi çok seviyorduk. Gece gündüz beraberdik, gündüz çalışır gecede eşlerimizle birlikte oyun oynardık. Yaşarken insan anlamıyor, ama bizim gibi yaşlanıp eski günleri düşününce böyle dostlukların kıymetini o zaman daha iyi anlıyor. Ne güzel günlermiş.

Yalnız bu sıralar Adnan rahatsızlandı, doktorlar muayeneler sonucu bypass ameliyatı oldu. Bu günlerde yine genç komşularımız bizi yalnız bırakmadılar. Ameliyat olurken kan lazım olursa diye, kendi gibi genç arkadaşları ile kapıda beklediler. Hastane günleri, nekahet devresi, hep birlikte atlattık. Kızımızda Amerika’dan koştu geldi, oda komşularımızın yakınlığına sevinmişti.

Bu sıralar evlerimi  müdürün arzusu üzerine Yıldız Sarayında bırakmıştım. Oradaki ilk sergimi de 18 - 24 Mayıs 1997’de müzeler haftasında açtım. 2 sene sonra, yine 18 - 24 Mayıs müzeler haftasında açtığımda huzurevi arkadaşları ile gitmiştik. Artık evler Yıldız Sarayında kalıyordu. Yine sergi isteyenler oluyordu, mesela İstanbul Lisesi gibi, alıp sergiliyor tekrar Saraya götürüyordum. Bu durumda uzun süre Sarayda kaldılar.

67. Madison'dan dönme zamanı geldi

Niagara`dan dönüşte Madison’ı bir kat daha güzelleşmiş gördük. Buradaki ağaçlarında yaprakları kızarmış evlere bir kat daha güzellik katmış.

Serap yine çok sıkı çalışmaya başladı. Biz döndükten sonra 3.cü sefer kutba gidecek, oraya götüreceği aletleri hazırlıyor. Akşamları eve dönünce yine bizi etrafta gezdiriyor.

Bu pazarda biraz uzakça bir yere götürecek. Gideceğimiz yerde neresi. Bizim en severek seyrettiğimiz dizilerden Yalan Rüzgarında bahsedilen yer. Genoa City, Wisconsin. Ben çocuk gibi seviniyorum. Dizideki olayların geçtiği yerleri görmek sevindiriyor beni.

Genoa City aslında yaşlıların yaşadığı sessiz sakin bir yermiş. Bir göl kenarı. Zaten göller bölgesindeyiz, her yerde büyüklü küçüklü göller var. Pazar günü gittik, gezdik. Minik bir kasaba. İnsanı rahatlatan huzur veren bir güzellik.

Orada da kırmızı yapraklı ağaçların arasında dolaştık. Güzel evleri seyrettik, göl kenarında yürüdük. Bizim göldeki  ördekler gibi orada da bir çok ördek koşuyorlar insanları görünce.

Dolaşırken posta hane görüyoruz, kapısında Genoa City yazıyor, orada da hatıra resmi çekmeden olur mu?

Hafta sonları Serap gezdiriyor, hafta arası da artık öğrendik etrafı kendimiz geziyoruz. Hava soğuksa alışveriş yerlerine gidiyoruz. Alışveriş yerleri de çok güzel ama bize göre pahalı. Sadece fikir almak için dolaşıyorum. Yalnız Adnan puro pipo görünce dayanamıyor. Bende sanat malzemeleri satan yerlerde her şeyi almak istiyorum.

Civarımızdakileri gezdik biraz da etrafa açılalım dedik. Otobüs tarifelerini aldık, her gün değişik bir yere gidiyoruz. Otobüse binerken şoföre  hi,  inerken de thank you   diyoruz. Binerken herkes birbirine yol veriyor, siz buyurun diyor, itişmek yok. Arabalar bile ara yoldan çıkarken yolda yürüyeni durup bekliyor. Bu ama böyle küçük yerlerde, büyük şehirler de zaten ışık var.

Otobüste herkes oturuyor,  ayakta kimse yok, şoför herkes yerine oturmadan hareket etmiyor. İneceğin zamanda ayağa kalkmak yok, yanın da zil var çalıyorsun, durunca yerinden kalkıp iniyorsun. İndiğin yerde işin 2 saatten evvel biterse, yine aynı biletle dönebiliyorsun. Tekerlekli iskemle ile dolaşanlar kendi kendilerine her yere gidebiliyor, rahatlıkla otobüse de binebiliyorlar. Şoför durakta bir özürlü görürse duruyor, tekerlekli iskemlenin bineceği bir alet indiriyor, özürlüyü otobüse aldıktan sonra da onlara ayrılmış yere götürüyor, yerleştirip sonra otobüsü hareket ettiriyor. Burada her şeye hayran oluyor, her şeyi şaşkın gözlerle takip ediyoruz.

Güzel havalarda yürüyüş yapıyoruz, gençlerle hep selamlaşıyoruz,  gülümseyerek  hi demeden geçmiyorlar.

Göl kenarı ve ördekleri çok seviyoruz. Biz daha gelirken yem vereceğimizi anlıyor koşuyorlar. Buranın maskotu olmuşlar,  herkes de pek seviyor onları. Baharda yumurtlamak için gölden biraz uzaklaşıp iç kısımlardaki evlerin bahçelerine girerlermiş. Mayıs ortasında da yavrular çıkıp biraz büyüyünce tekrar göle dönerlermiş. Gözlemciler bunu fark edince televizyonda bir anons! “Anne ördekler bebeklerini göle geçiriyorlar lütfen araba kullananlar dikkatli olun”.

Burada insana da, hayvana da sevgi ve saygı var.

Artık dönüş günümüz geldi bavulumuzu hazırlıyoruz. Bavulumuz kırmızı yapraklarla dolu. Gümrükten geçerken  bavulumuzu açacak olurlarsa ne diyecekler. Gülüyoruz halimize.



66. Niagara’yı Geziyoruz

Bir haftadır yoldayız. Amerika’nın dağlarından geçtik, Atlantik Okyanusunun sahillerinde dolaştık, nihayet Niagara Şelalelerine vardık. Akan suların gümbürtülü sesleri bütün şehirden duyuluyor. Kanada sınırındayız. Nehrin hemen öteki tarafı Kanada ama vizemiz olmadığı için o tarafa geçmeyeceğiz.

Niagara, 10.000 yıl önce son buzul çağında, Wisconsin buzulunun altında kazdığı Amerika’nın Büyük Göller bölgesinin içinde. Şelaleler iki gölü birbirine bağlayan Niagara Nehrinin üstünde. 3 şelale var, en büyük ve en güzeli Kanada tarafındaki At Nalı şelalesi. Amerika tarafındakilere Amerikan ve Gelin Duvağı şelalesi deniyor. Bu üçlü sistemin yüksekliği 50m, fakat çok geniş bir alanı kapladıkları için dünyada su hacminin en fazla olduğu şelale sistemiymiş.

Yaz aylarında balayı için en çok gelinen yermiş. Bana sorarsanız, kızaran ağaçların buraya bir kat daha güzellik kattığı için Eylül ayı derim. Ama bu biraz bizim şansımıza oldu, yoksa bu aylarda artık burası bayağı soğuk ve yağışlı olurmuş.

Buradaki eğlencelere gelince. En sevileni bot gezisi. Asansörle nehrin üstündeki iskeleye iniliyor, iskelede kalın mavi kapüşonlu muşambalar giydiriyorlar, sonra botla şelalelerin tam yanına kadar gidiyor, altından geçiyorsunuz. Çok eğlenceli oluyor. Gezi ve seyir parkından gece ışık şovu, havai fişek gösterileri seyrediyorsunuz. Gündüz ise, şelalelerden havaya saçılan su tanelerinin oluşturduğu gökkuşağını izlemek de zevkli oluyor. Bizim çocukluğumuz da yağmurdan sonra hava açınca hep görürdük, ama son senelerde hava kirliliği yüzünden göremez olmuştuk, burada ise her yerde, her an gökkuşağı da beraberimizde idi. Eskiden biz gökte görürdük burada ise hep yanımız da sağımız da solumuzda başımızın yanın da. Uzansak tutacağız sanki. Bu manzaraya bayıldım. Buda başka yerde göremeyeceğimiz doğal bir gökkuşağı şovu.

Kanada ile Amerika’yı birleştiren köprüye de Rainbow adı verilmiş. Onun üstünden manzara seyredin, isterseniz asansörle daha tepelere çıkın. İsterseniz de aşağıya inip, nehrin altında akvaryum gibi binbir çeşit balıkları seyredin.

Biz daha geleceğimiz zaman hafta sonu yağmur, arkadan kar lafını duyunca, New York`u atlayıp buraya çabuk gelelim demiştik. Yarın yağmur geliyormuş. Buraya 2 gece az ama hava bozmadan kara kışa kalmadan kaçalım. Sabah 10 da yola çıktık, yarı yoldayken yağmur başladı. O güzel kırmızı ağaçlar yağmur altında da güzeldi. Hemen büyük yollara atlamayıp göl kıyısı boyunca ara yollardan geçip birde Erie gölünü görelim dedik.

Dönüş yolunda, New York`un kuzeyinden sonra Pennsylvania, Ohio, Indiana, Illinois eyaletlerini geçtik. Chicago`dan geçerken aksam olmuştu, oranında ışıklı halini gördük. Yolda sadece bir sigara birde yemek molası verdik. Sabah 10 da yola çıkmıştık, gece yarısı 12 de eve geldik.

Ertesi sabah Serap çok yorgun diye onu uyandırmaya korktuk. Ama ne görelim o kalkmış, bize sandviçler hazırlamış. Biz dönmeden göstermek istediği bir yer daha varmış. Bu seferde Wisconsin nehri üstünde bir motor gezisi. Wisconsin Dells denen bölge yine Niagara gibi ayni şekilde Wisconsin buzulunun kazdığı coğrafik bir oluşum. Motorun üst açık katında rahat rahat oturup etrafımızı seyrettik. Nehre sarkan kırmızı yapraklı ağaçlar arasında sessiz sakin bir gezi. Bir gece evvelki fırtına yaprakları dökmüştü ama, yine güzeldi. Böylece Serap’ta biraz oturup yorgunluğunu atmış oldu.

65. Niagara Yolunda

Niagara’ya gidiyoruz ama yolumuzu uzata uzata gidiyoruz. Washington’dan sonra Atlantik Okyanusu’na doğru yöneldik. İki gecede Ocean City de kaldıktan sonra, Serap’ın doktora yaptığı Delaware Üniversite’sine doğru yola çıktık.

Sahil yolundan geçerken manzaraları, güzel evleri seyrederek Newark’a geldik. Serap daha arabayı durdururken okuluna öyle bir koşuşu vardı ki, hocası ve arkadaşlarını  pek özlemiş.

Bugün de buraya gelmekle hem okulunu, eski yaşadığı yerleri bize gösterecek, hem de Güney kutbunda ki araştırmaları için hocası ile 2 gün birlikte çalışacaklar. Burası da üniversite şehri ama Madison dan sonra burayı pek sevmedim. Gündüzleri kendimiz geziyorduk, işi bitince de Serap gezdirdi bizi.

İki gece de burada kalıp yine yola çıktık. Philadephia’da yemeğimizi yerken planımızda değişiklik yapmaya karar verdik. Tabiat ve sakin yerleri sevip büyük şehirlerden sıkıldığımızı fark ettik, havalarında soğuyacağını duyunca,
New York un içine girmeden, Pennsylvania’ya dan dümdüz kuzeye çıkalım dedik. Aman ne harika manzaralı yerlerden  geçtik. Ağaçlar Ekim de böyle kızarırmış. Serap’ın Televizyondan duydugu buymuş, haber vermekte haklılarmış. Bir tabiat harikasıymış bu. Bütün yol boyunca iki taraflı kırmızı yapraklı ağaçlar. Gördüğümüz anda çılgına döndük. Olamaz bu kadar güzellik! Serap’ta daha önce bu manzarayı gördüğün de aynı bizim gibi şaşırmış, bayılmış. Bunu mutlaka anneme, babama göstermeliyim demiş. Bu tarihte bizi çağırması bu yolculuğu hazırlaması bundanmış demek.

Kilometrelerce yol böyle, iki taraflı kırmızı yapraklı ağaçların arasından geçtik. Bu yollarda durmak mümkün olmadığı için resim çekemedim. Ama elbet çekecek bir yer bulurum.

Yolumuza devam ediyoruz. Yine dağlardan nehirlerden geçtik, göllere sarkmış ağaçları seyrettik.Yol üstünde güzel manzaralı bir parkda yemek molası verdik. Philadephia’da bir Türk bakkalında, pastırmalı sandviçler yaptırmıştık, onları da pek zevkle yedik. Burası tarihi bir yermiş, 1789 Fransız ihtilalinde kral taraftarları buraya kaçıp, 50 ev kadarlık bir koloni kurmuşlar. Maksatları kraliçe Marie Antoinette'i hapisten kurtarıp buraya kaçırmakmış. Ama muvaffak olamamışlar, 1793 te kraliçe giyotinle idam edilmiş. Onlarda sonra buralardan dağılmışlar.

Yolumuza devam. Akşam oluyor, yine ara yollara saparak otel arayacağız. Karanlıkta bir levha gördük, geyiğe dikkat. Buralarda geyikler hep yollarda. Daha yavaş ve temkinli olarak bir saat daha gittik. Bazı otellere rastladık ama Serap hiç birini beğenmedi. Özelliği olan bir otel arıyor. Nihayet bulduk.

Adnan yatağı görünce tamam, onun başka aradığı yok. Biz de çıktık oteli gezmeye. Bakalım ne özelliği varmış. Her kapalı kapıyı açıp baktıkça bir spor salonu ile karşılaştık. Daha aramaya devam ettik. Derken bir müzik sesi, o yöne gittik kapıyı açtık, çok büyük bir salonda bulduk kendimizi. Kovboy müziği ile dans eden kovboy kıyafetli insanlar. Gözlerime inanamadım, hep sinemalarda gördüğümüz önümde idi, canlı idi. Pek hoşuma gitti. Bunu mutlaka Adnan’da görmeli dedim, uyandırıp getirdim. Oda bayıldı. Seyircilerde bizler gibi otelde kalan müşteriler. Herkes samimi bir hava içinde, bizleri de dansa davet ediyorlardı, ama biz onlara nasıl uyalım. Saatlerce seyrettik. Sinemanın canlısı önümüzde, uykumuz gelse de, yorgun olsak da geç vakitlere kadar yatamadık.

Ertesi günü güneşli bir günde kahvaltımızı edip bahçeye çıktık, bir cennete gelmişiz. Göz alabildiğine yemyeşil çayırlar, kırmızı ağaçlar. Bizim yaşımızdakiler golf oynuyorlar, yürüyüş yapıyorlar. Bizde aralarında, rastladığımıza da  Hi, Good morning diyerek yürüyoruz. Burasıda pek güzelmiş ama yolumuza devam.

Dere tepe aştık, nihayet Niagara’ya ulaştık. Bir dahaki yazımda da Niagara’yı  gezeceğiz..

64. Niagara Yolunda

2013 senesi tatilinden sonra yine dönelim 1993 senesi Amerika’da ki gezimize. Serap’ın yaşadığı Madison’a gitmiştik, oda şimdi bizi Niagara şelalelerine götürecek.

Televizyonlar kuzeyde ağaçların yapraklarının kızardığını söyleyince, Serap’ta tamam vakit geldi yarın yola çıkıyoruz dedi. Kızımız her şeyi planlamış, işlerini de ona göre ayarlamış. Yarın sabah çıkıyoruz yola. Yaramaz çocuklarını gezmeye götüren anne gibi, bize tembihler ediyor. Niagara soğuk olur, aman kalın şeyler de alın. Şunu unutmayalım bunu da alalım. Arabayı yükledik, düzüldük yola.

Gezimiz 10 gün sürecek, doğrudan doğruya Niagara’ya gitmiyoruz, birkaç yere de uğrayacağımız için yolumuz biraz uzayacak. İlk Washington’a gideceğiz, tabii yollarda kahve, yemek molaları vererek. Bir yerde de uyku molası. Burada araba kullananlar çok dikkatli, her bir kurala uyuyorlar, hız sınırını aşmıyorlar. Mecbur olmadıkça sollamadan rahat bir yolculuk yapıyorsun.Yolda arabalar hepsi aynı tempoda gidiyor, baktığında adeta yürümüyor akıyorlar. Etraf güzel, her yer temiz ve yeşil. Chicago ya geldik, ama trafiğe takılmamak için içine girmeden kaçıyoruz. Uzaktan yüksek binaları görüyoruz, ayrıca bir gün geleceğiz buraya. İllionis, İndiana, Ohio, Pennsylvania, sıra sıra eyaletlerden geçtik ve nihayet Pittsburgh’a geldik. Yağmur yağıncaya kadar çok keyifli gidiyorduk, yağmur biraz keyfimizi kaçırdı. Bir ara, hem de gece, o kadar şiddetli yağdı ki önümüzdeki arabayı göremez olduk. Bu durumda geceyi Pittsburgh’ta geçirmeye karar verdik.

Ertesi gün güneşli bir günde tekrar yola çıktık. Yine az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Dağları aştık derelerden geçtik. Güzel manzaralar gördükçe durup dinlendik. Serap ana yollar yerine hep ara yolları seviyor, buralarda daha değişik yerler gördük, ilginç restoranlarda yöresel yemekler yedik.


Güneş batarken Washington’da idik. Amerikan Kongre Binası'nın önünde, havuzun başında, bir çok resim çektik, dinlendik. Yemekten sonra yine buralarda dolaşırken Kongre Binası'nın tepesindeki dolunayı seyrettik.

Ertesi günü de Beyaz Saray'ın etrafında dolaşıp Smithsonian Hava ve Uzay müzesine girdik ama, oradan çıkamadık. Uzay’a giden kapsüllerin, füzelerin içini gezdik, ay taşına elimizi değdik. Yoruldukça rahat koltuklarda dinlenip yine gezdik. Yemekten sonrada müzenin içinde bir sinemaya girdik. Adnan sinemada ne işimiz var gitmeyelim diye tutturdu, ama sonra kendi de bayıldı. Bu sinema türüne IMAX deniyor. Bildiğimiz sinema perdesinden 10 kat büyüklüğünde, insanlar aynı insan büyüklüğünde, sanki hemen etrafımızdalar, hele o sesler, seyretmiyoruz, tamamen içinde yaşıyoruz. 2 belgesel birden izledik. Füzelerin atılışı, ilk aya ayak basılış, ilk balonla uçuş, fırtınalar, tayfunlar. Ormanda gezme, hayvanlarla karşılaşma, orman yangını, kuş sesleri. Aya ilk ayak basanın yanında idik. İlk balon uçarken, ilk füze atılırken bizde oradaydık. Ormanda yangının içinde olmak ne demek öğrendik. Acayip bir şeydi, bayıldık. Bütün günümüzü o müzede geçirdik. Müzeyi sevdik ama Washington’u sevmedik. Büyük şehirler yoruyor insanı. Araba ile gezsen de park yeri sorunu.





Ertesi sabah yola çıkıp Maryland’ın deniz kenarında Annapolis ’te öğle yemeğimizi yedik. Biraz dolaşıp, güzel evlerini seyredip yine yola koyulduk. Atlantik sahilinde bir sayfiye yeri olan Ocean City’e geldik. Kilometrelerce kumsal, 50 metre genişliğinde ipek gibi bir kum, ama okyanus olduğu için rüzgar ve çok dalgalı deniz. Girenler vardı ama biz üşüdük giremedik kumda yürüdük belimize kadar ıslandık. Buranın kumsal boyunca uzanan tahta yolu çok meşhur. Üstü restoran, bar, eğlence yerleri, ufak butik mağazalar ile dolu. Akşam üstü gruba karşı biralarımızı içip, ayın okyanustan çıkışını seyrettik. Sayfiye yeri gecesi de çok eğlenceli idi. Hediyelik mağazalarda bana da fikir verecek el sanatları, hediyelik süsler, pek çok şey gördüm.

Ama birde ev gördük ki, anlatılır gibi değil. Adam evinin üstüne eline ne geçtiyse çakmış. Her evin bir ardiyesi olur ya, oda evinin üstünü ardiye diye kullanmış. Eski radyosu evin üstünde çakılı, eski arabası evin tepesinde, kazma, kürek, merdiven neler yoktu ki evin üstünde çakılı olarak. Akla hayale gelmeyecek şeyler. Böylece antika bir ev olmuş, bütün mecmualarda resmi var. Etraftan bu evi görmeye geliyorlarmış. Ama sanatkar durmadan çakılı şeyleri değiştiriyormuş, her gelişlerinde değişik buluyorlarmış.

Yolculuğumuzun devamı bir dahaki yazımda.

63. Mayıs 2013`te Koyun Adasındaydım

Geçen yazımda Koyun Adasındaki tatilimi anlatmaya başlamıştım.  Okumamış olanlar için Koyun Adasının yerini tekrar yazıyorum. Avşa, Marmara ve Paşalimanı adalarının arasında, üstünde 19 ev olan, susuz, elektriksiz, Heybeli Adası büyüklüğünde bir ada.

Elektrik için her evin kendine göre jeneratöru var, suyu ise ev yapılırken yaptığımız sarnıçtan ve deniz kenarında açılan kuyulardan temin ediyoruz.  Buzdolabımız tüp gazla işliyor. Fakat bu sefer gittiğimde 2 evin güneş enerjisi kullanmaya başladığını gördüm, çok sevindim. Demek bundan sonra işlerimiz kolaylaşacak, adamızın cazibesi daha artacak

Son 3 senedir ulaşımda bayağı kolaylaştı. Erdek ile adalar arasında ring seferi yapan büyük arabalı vapurlar başladı. Erdek`den bir saat sonra Paşalimanı’nın Balıklı köyüne uğruyorlar, oradan minibüsle Harmanlı köyü 5 dk. Sonrada özel bir motorla 15 dakikada Koyun Adaya geçiliyor. Yaz aylarında Tekirdağ-Avşa üstünden de gelinebiliyor. Yiğitler köyüne geçip, oradan da özel motorla 40 dakika.

Ben Mayısta gittiğimde 3 kişi yaşıyordu adada,  ben 4 üncü oldum. Aman o sessizlik, sakinlik, yeşil ağaçlar arasından mavi deniz.  Unuttuğumuz mavi gökyüzü,  mavinin üzerinde pamuk gibi gezinen bulutlar. Işık kirlenmesi olmayan yerde yıldızları görmek mutlu ediyordu insanı, mehtapta bir başka güzel burada.

Her şey güzelde bu Robinson hayatı kolay değildi. Ancak 15 gün dayanabildim. Yaşıma göre yine iyi değilmi?  Ama Mart da gelip  2 ay burada yalnız yaşayan arkadaşımın yaşantısı tam Robinson hayatı.  O burayı o kadar seviyor, buradaki yaşam mücadelesini o kadar severek yapıyor ki. Sade yaşamak için değil evini, bahçesini ve de adayı güzelleştirmek için ne türlü çalışıyor.

1983`te aynı senede yapmıştık evlerimizi, o seneden beri bizim evler eskidi, onunki ise bir sanat eserine dönüştü. Bende taştan bahçe duvarını kendim yapmış, meyilli arazide setler merdivenler yapmıştım. Fakat bu arkadaşın yaptıklarını görünce hayran oluyorum. Benim diyen taş ustası yapamaz bu muntazam işçiliği. Evini adanın rutubetinden korumak için yaptığı taş duvarlar. Çatlak yerlere taş işleyerek süslemeler. Dış cephesine kırmızı tuğla kaplamalar. Taştan yapılan oturma setleri, merdivenler. Çiçeklerle donanmış bahçesi, her yanı bir başka güzel. 
Küçücük nilüfer çiçekli havuzu bile unutulmamış. Adanın organik toprağında yetiştirdiği domatesi, biberi, maydanozu.

Adanın çok güzel koyları var. Bu koylar da 1920`lerde terk edilmiş Rum evleri varmış. Çok yıkık durumda birde kilise vardı, duvarları yakın zaman kadar dayanmıştı. Mübadelede burada yaşayanlar gidince, evler yıkılmış, taşları da deniz almış, güzelleştirip zaman zaman getirip sahile bırakıyormuş. İşte bizim sanatkâr arkadaşa ne güzel malzeme. Doldur sepete al sırtına tırman bakalım yokuşu. Bu taşlarla neler yapılır neler.

Bu adanın en güzel yanı da sihirli havası. Kaç yaşında olursan ol, ne kadar iş yaparsan yap yorulmazsın. Bura da 10 yaş, 20 yaş gençleşirsin, hasta gelsen iyileşirsin. Oksijeni çok bol bir ada. Mayısta gittiğimde yolda bayağı yorulmuştum, ama ertesi sabah dinlenmiştim , hemen başladım evdeki tamiratlara, boyalara.

Komşumla akşamları otururken konuşmalarımız hep boyalar,  yeni tür alçılar, suya dayanıklı yapışkanlar, fayans yapıştırıcılar, o ne ölçüde olacak, bu nasıl kullanılacak. Ben çoktandır uzak kalmışım bu yeni malzemelerden her şeyi soruyor öğreniyordum. Bu adada evin varsa her yeni malzemeyi  öğrenmelisin.


Komşum kendi evinin tamirlerinden başka, okul tatilinden sonra gelen 2 kız kardeşinde evlerini açıp hazırlıyor. Bütün adayı kontrol ediyor, açık panjurlar, yıkık duvarlar her şey kontrol de. İskelemiz lodosta hırpalanıyor. Ustalar aranıyor. Evlerimize gideceğimiz yolları otlar kaplıyor. Sırtına taktığı alet ile otları biçip, temizliyor. Plajımızın ve yolların kumlarını temizletiyor. Akşam evde de boş durmak yok yine denizin getirdiği midye kabukları ile tablolar yapıyor.

Komşu adadan gelen halis sütle yoğurdunu, peynirini yapıyor. Geceleri jeneratörünü çalıştırıp bize televizyon seyrettiriyor, kendi yaptığı sütlü tatlıları,  kekleri ikram ediyor. Yemeğini akşamdan pişiriyor. Sabah olunca iş başı. Kardeşleri gelmeden işler bitmeli onlar gelince artık deniz keyfi.

Sevgili komşum, Esin Karamustafa, bu adanın yöneticisi, muhtarı, koruyucusu, bu adanın tam sevdalısı. On parmağında on marifet denir de, bu ıssız ada da tek başına  yaşamak, bütün zorlukları yenmek, başlı başına övgüye değer.

Düşünüyorum da, Acun Ilıcalı bu ada dururken niye gider ki uzak diyarlara. Burada yarışacak ne çok şey var. Sade keçiler yeter, boynuzları kıvrım kıvrım  yabani keçileri yakalasınlar yakalayabilirlerse. Balık tutsunlar. Midye çıkarsınlar. Eskiden tavşanda boldu şimdilerde biraz azaldı, kekik  ile beslenen koyunların tadı bir başka ama onlar sahipli.

Evet nasıl buldunuz acaba adamızı, buradaki yaşamı, özleyen var mı bu hayatı?

62. Tatildeyim

Koyun Adasındaki evin terasından Paşalimanı Adasına bakış
1993 senelerini anlatırken, eskilere biraz ara verip bu yazımda size 2013 Mayıs ayında gittiğim Koyun Adası gezimi anlatacağım. Robinson adası dediğim bu adayı merakla okuyacağınızı ve enteresan bulacağınıza eminim.

Tatildeydim diye başladım ama, bu Koyun Adası gezime acaba tatil mi, yoksa çalışma kampı mı denir. Bakalım anlatınca siz ne diyeceksiniz. Yoksa resimlerde beni merdivende, dam tepesin de görünce bu yaşta yaptıklarımdan dolayı biraz aklımdan mı şüphe edeceksiniz bilmem artık.

Daha önce, yazı dizimin 41, 42, 43. bölümlerinde Koyun Adasının eski halini anlatmıştım, simdi de biraz bugünkü halini anlatayım. Marmara denizinde Marmara, Avşa, Paşalimanı adalarının arasında, Heybeli Adası büyüklüğünde, içinde 19  tane ev olan, suyu elektriği olmayan bir ada. 70`li yıllarda bin bir güçlükle tek tek evler yapılmaya başlandı. Bizde 80`li yıllarda, Adnan’ın ağabeyinin evine gidip gelirken adaya aşık olduk, bütün güçlüklere göğüs gerip yaptık evimizi.

1983 senesi, demek tam 30 sene olmuş. Eh 55 yaşlarında çekilir bu güçlükler. Fakat son 10 senedir gidemiyoruz. Bizim gibi, ilk evleri yapan arkadaşlarda aynı yaşlarda, her birimiz yaşlandık, çok arkadaşta ölünce terk edilmiş bir ada oldu. Ama Karadenizli kardeşler müstesna.

Bu sıra o Karadenizli kardeşlerin ablaları orada idi, birde adanın büyük toprak sahiplerinden bir ana oğul. Onlardan cesaret alarak Mayıs ayında adadaydım. Evet o koca adada 4 kişi idik. Evi açtığımda bir çöp evle karşılaştım. Her şeyler çürümüş küflenmiş. O sevdiğimiz evimize ne olmuş öyle. Nasıl kıyarsın, her taşında ayrı emeğimiz olan evimize. O komşularımın yardımı ile günlerce uğraşarak her şeyleri attık, yaktık kalanları yıkadık. Dama çıkıp eve nereden su akıyor araştırıp küçük tamiratlarını yaptım. Benim damdaki resmime bakıp 85 yaşında bu işleri nasıl yaptığıma şaşmayın, önceki senelerde 100 yaşında bu işleri yapan kayınbiraderimden örnek aldım.

Bu adada yaşayabilmek için elinden her iş gelecek, bir çok işin tamirini kendin yapacan. Adamızın hanımları da erkeklerle yarışacak kadar marifetlilerdi. Ben onu yapamam demek yoktu. İster doktor ol, ne olursan ol, evinin su boruları değişecek, usta  boru getirmiş, ama yanlış, sırtına alıp Avşa`ya geri götürecen, 3 metrelik boruların yenisini alıp yine sırtında taşıyıp ustaya yetiştirecen. Bu iki komşu doktor hanımların resimlerini keşke çekseydim.

Bende buraya evimin tamiri için geldim. Çok işimi yaptım. Daha yapamayacağım işler için komşu adadan usta çağırıp evimizi yaşanacak hale getirdim. Bahçemiz ağaçlarımız kendilerini terk ettiğimiz için üzgünlerdi, boyunları büküktü, ama yine de bunca zaman kendilerini terk ettiğimiz halde zakkumlar rengarenk açmış. Su istemeyen adaya dayanıklı olan çiçekler yerlerde bahçemizi süslemişlerdi. Hele kaktüsler bütün adayı sarıya boyamışlardı.

Susuz diye bahis ettim. Susuz nasıl yaşıyorsunuz diye sorabilirsiniz. Adada ev yaparken en başta sarnıç yaptırmıştık. Sarnıç ağzına kadar doluydu, işte o su yetişti imdada. Aydınlanmak içinde geceleri jeneratör kullanırdık eskiden, ama ben yalnız başıma jeneratörü çalıştırmadım, Mayıs ayı uzun günler mehtapta vardı, onun ışığı yetti bana. Yorgundum ama bu güzelliği bırakıp yatamadım, tabiatı yaşadım.

Geceleri evimize çekilip yatıyorduk. Evlerimizin arası tek başına yaşayan komşumla 100 metre, diğer ana oğul ile 500 metre. Şimdi anlatınca herkes nasıl şaşırıyor, nasıl yatarsın tek başına o ıssız adada, nasıl bir yaşam bu diyorlar. Aslında biz şimdi 4 kişiyiz. Buraya Nisanda gelip koca adada tek başına yaşayan komşuma ne diyeceksiniz. Bir sonraki yazımda yine ada yaşantısını ve bu Robinson ruhlu, her hususta becerikli komşumun verdiği yaşam mücadelesini, taşlarla yaptığı sanat eserlerini, tahta işçiliğini, olağan üstü yaşantısını  anlatacağım.