74. Los Angeles, Botanik Bahçeler

1998  Ocak ayı, El Nino fırtınası devam ediyor. Televizyon şiddetli yağmur geleceğini söylemişti. Aldırmadık gidelim, çok yakınımızdaki Los Angeles Belediyesinin Botanik Bahçesini dolaşalım dedik.
Dünyanın her bir yerinden getirdikleri ağaçlar,  çiçekler, kaktüslerin araştırma amaçlı olarak toplandığı  ve harika bir sunumu olan müze gibi bir park. Havuzlar, göller, ördekler, tavus kuşları, çok doğal bir ortam.

Birde tek başına olduğu için, insanlarla arkadaşlık yapmak isteyen bir horoz. Pazar olmasına rağmen yağmur yağacak korkusu ile hiç kimse gelmemiş. Koca park sade bize kalmıştı. Horoz pek misafirpervermiş,  koştu geldi yanımıza rehberlik yaptı bize. Kah önümüzde kah yanımızda adeta bize yol gösterdi, birlikte pek güzel dolaştık.  Ne kadar insancıl ne kadar cana yakınmış.

Gölbaşındaki sevimli beyaz evi de horozumuz tanıttı bize. Bahçesindeki kanepede dinlendik, etraftaki ağaçları çiçekleri inceledik, beğendiğimiz çiçeklerden de rahatça çaldık. Burada ve her yerde her şeye kıymet veriyorlar. Hangi ağaç,  hangi çiçek, nereden gelmiş, nasıl yetişir ne sever, ne sevmez. Hepsi hakkında bilgi veriliyor. Çok güzel bir gezi oldu. Sevimli horozumuza yanımızda verecek hiçbir şeyimiz olmadığı için özür diledik. Dönerken de adeta güle güle der gibi arkamızdan baktı. Yine gelirsek onu mutlaka görmek isteyeceğiz.

Başka bir günde Huntington Botanik Bahçesini gezdik. Burasıda bir botanik araştırma ve sanat merkezi. Sergilerin, konferansların olduğu çok ünlü bir kütüphanesi var.

1001 çeşit gül fidanı. Japon bahçesi. Avusturalya, Roma bahçeleri. Kaktüs bahçesi. İşte orada ben çılgına döndüm. Dikenli kaktüs sevmiyorum da buradakiler bir başka güzeldi.

Eve geldiğimizde Serap saymış, tam 24 eşit kaktüs çalmışım. Şimdi ben çalmışım diyorum ama benim veya daha benim gibi herkes in de kopardığı bir ufacık kaktüs denizde kum tanesi kadar ufak kalır.

Öyle büyük bahçeler, öyle büyük kaktüsler ki. Kırmızı, beyaz, pembe renkli kamelyalar. Her renkten açelyalar, Türkiye’de açelya yok mu diyeceksiniz. Buradakiler sokakta yetişmiş ağaç olmuşlar.

Camgüzelleri de burada sokakta yetişmişler. Buranın bütün çiçeklerine bayıldım, kıskandım. Her güzelliği kendi ülkeme taşımak
istiyorum. Bütün gördüğüm çiçek çeşidinden getirmek istiyorum.

Bütün topladıklarımı Serap’ın balkonunda suya koyuyorum, sonra nasıl getireceğim bilmem artık. Birçokta çiçek tohumu aldım. Burada bana bir çiçek hastalığı geldi.

O beyaz evler le çiçekler bir araya gelince, güzelliğine doyum olmuyor. Evlerin bu kadar güzel görünmesine sebep herhalde, çiçekler le süslenmiş olmasından. Daha evvelce de yazmıştım. Evlerini film çekenlere beğendirmek için süslüyorlar. Buranın geçim kaynağı bu süslü evler. Bu yüzden iyi para kazanıyorlarmış.

Bende dönünce maket evlerimi burada gördüğüm gibi,  hep çiçeklerle süsleyeceğim.

Bu gezdiğimiz Huntington parkında Avusturalya bahçesinde göl kenarında film çeviriyorlardı. Evlenme sahnesi vardı. Amerikan filmlerin de ekseriya düğünler hep çimenli bahçeler de olur.

Los Angeles’te  12 ayın  12  sinde kır düğünü yapabilirsiniz. Yağmur yağmadıkça kış  diye bir şey yok. Yalnız yazın sıcağından korunmak için beyaz tenteleri var. Lokantalarda da öyle kapalı salonun önünde üstü tente ile örtülü bahçeleri var. Ocak Şubat aylarında hep yemek için bahçede oturmayı tercih ediyor herkes. Yalnız geceleri biraz serin olduğu için birkaç yerde meşale gibi yanan ısıtıcılar var.

Japanese Garden Panoramahttp://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/c/c2/Huntington_Desert_Garden_Cactus_%28etc%29.jpg/512px-Huntington_Desert_Garden_Cactus_%28etc%29.jpgHuntington parkında da her yapılan şey öğretici. Birçok milletin ağaç türünü, çiçeklerini, bitkilerini tanıyorsun. Japon bahçesinin tanzimini görüyorsun. Bahçesinde evi vardı, içini geziyor adetlerini öğreniyorsun. Gül bahçesinde hangi gül nerede yetişir kaç çeşit gül var.

Kaktüs bahçesinde bu kadar çeşit kaktüs varmış diye şaşıyorsun. Bütün çöl bitkilerini buraya taşımışlar. Adeta burada bir çöl yaratmışlar. Aslında burası zaten çölmüş ya. Bugün ise bir cennet.

Senede 2 ay yağmur yağarmış, 310 gün ise damla yok. Bu kadar kurak giderken bile, bu yeşillik, bu çiçekler, çimenler nasıl bu kadar olur ki.



73. Los Angeles, El Nino fırtınası

Bir gün Santa Monica ya gidelim dedik. Los Angeles’ın Pasifik Okyanusu sahilinde şirin bir kasaba. Oradan da yine deniz kenarını takip ederek kuzeye doğru çıkacak, dönüşte de artistlerin evlerinin olduğu yerleri gezecektik. Yola çıktık bir sis bastırdı, gittikçe arttı sahile geldiğimiz de denizi göremedik. Dağlara çıkan okyanus dalgaları, üstüne basan sisle sinmiş yok olmuş. O sis tabii bana dokundu. Hemen kaçalım dedik. Yazık o kadar yola gitmişken deniz kenarında dolaşamadan, o güzel yerleri göremeden döndük.

Serap hiç görülmemiş bir hava olduğunu söyledi. Hakikaten de arkasından El Nino denen bir fırtına çıktı. Sene 1998, neydi o öyle, nasıl bir fırtına. Bizim oturduğumuz yeri değil de gitmek istediğimiz yerleri, deniz kenarlarını çok etkiledi. O sis altında sinen deniz, şimdide dağlara çıkıyor, sahildeki koca evleri alıp götürüyor. Dere kenarındakilerde taşan sularla sürükleniyordu. O muhteşem ahşap köşkler, televizyonda seyrederken benim maket evler gibi görünüyordu. Sahildeki evleri dalgalar ilk önce altından girip eşyaları, sonra da evi alıyordu.

 Hafta sonu bizde yine fırtına olacağını bile bile, denizin coşkusunu seyretmek için okyanus kıyısına, yalnız biraz daha ihtiyatlı olarak güneye doğru gittik. O dalgaların muhteşemliğini tarif edemem. Korkunç bir görünümdü. İmkan olup da bu dalgaları esas etkilenen yerlerden görebilseydik. Oraları trafiğe kapamışlar. Nasıl kapamasınlar. Yol diye bir şey kalmamış ki. Sonrada sokaklarda dolaşıp villaları seyrettik. Burada hep bahçe içinde müstakil evler, villalar, bir tek toprak yer göremezsin. Her yer yeşil, ulu ağaçlar, çamlar, palmiyeler, bazı yerlerde zeytin ağaçları, herkesin bahçesinde portakal ağacı.

Yalnız şehrin merkezi hariç. Orada da sayamayacağım kadar yüksek binalar, sadece iş merkezleri. Geceleri in cin oynuyor, çok ürkütücü bir yer oluyor.

Her aksam üstü Serap gelince bana hadi hazırlan çıkıyoruz diyor, gezecek o kadar çok yer var ki. Geziyoruz, sonra da her çıkışta başka lokantaya gidiyor, hep değişik yemekler yiyoruz. Ermeni lokantasında şiş kebap yedik, İtalyan lokantasın da pizza. İsveç lokantasın da bizden öğrendikleri topalak köfte. Sıra geldi Japon yemeklerine. Serap beni oraya götürmeye biraz korktu sevmezsem diye. Dur bakalım, senin yemeklerinin ucundan tadarım, zaten burada bir kişilik desen tepsi kadar tabakla geliyor 4 kişi doyar. Serap yosun çorbası istedi koca bir kâse geldi. İçinde olmayan yok. Deniz mahsulleri birde uzun makarna. Küçük kaseme suyundan aldım ağzıma diktim içtim. Durun görgüsüzlük yaptım sanmayın, onların adeti öyle, sofrada çatal kaşık yok ki. Makarnalarından da çubuklarla yemeye çalıştım. Bir tabakta çok değişik şeyler geldi ama onları sevmedim. Zaten içtiğim çorba beni doyurdu. Ne kadar faydalı bir yiyecek, tuz yok yağ yok, ekmek yok, sade vitamin. Hem de lezzetli ne türlü.

 Ayın ilk Pazarında burada bitpazarı kuruluyor, o kadar ünlü imiş ki, artistler bile oradan alış veriş yaparmış. Gittik gördük. Ahşap evimizi inşaat için boşaltırken attığımız her şey burada para edermiş. Herkes evinde kullanmadığı ne varsa getirmiş satıyor. Bazı paraya ihtiyacı olan da antikalarını getiriyor, onlar da kapışılıyor tabii. Birde Pazar günleri evinde kullanmadığı, kullanıp ta bıktıkları eşyaları garaj kapısına koyuyorlar, oda bayağı iyi müşteri buluyor.

Serap okulda iken ben sabahları yürüyüş yapıyor, her an bir yerde film çevriliyor onları seyrediyorum. Bedava otobüsle geziyorum. Yalnız buranın havasına hala alışamadım Ocak ayındayız pardösüsüz çıkılır mı? Evet ben pardösülü herkes ise şort ve tişörtle.

 Yol üstünde ev hanımlarının oturup iş yaptığı, sonra o becerilerini sergilediği bir yer gördüm, buraya gelsem, onların arasında bende bir şeyler yapar bir yenilik öğrenirim, hem de konuşmaya çalışırım dedim. Baktım şansa tamirde imiş. Orası açılıncaya kadar, benim de dönme zamanım gelecek.

Birde buranın köprüleri! Televizyonda görürdük, sayamayacağım kadar çok. O köprülerden yüzlerce gördüm burada. Bazı yerlerde 4 tanesi üst üste, birinin altından giriyoruz, ötekinin üstünden çıkıyoruz. Akıl alacak gibi değil trafiğine. Serap’a da şaşıyorum nasıl alışmış, nasıl buluyor yolları. Yollar dört, bazen de beş şerit. Hepsi dolu, bir tanesi boş. Biz hep o boş şeritlerden gidiyoruz. Ben de şaşırdım, bize bu iltimas neden diye sordum Serap’a, oda 2 kişiyiz de ondan dedi. Arabalarda 2 kişi gitmeye teşvikmiş.