43. Koyun Adasında Robinson Hayatı

Son iki yazımda Koyun Adasını anlatıyorum. Daha kaç sefer anlatsam bitiremem. Adnan emekli olmuş, şehirle bir alakamız kalmamış. Adadaki zor hayata dayanacak gücümüzde vardı herhalde. Bin bir zorlukla evimizi yaptık. Evimizin eksiği bitmedi uzun seneler sürdü, her sene yapacak bir işimiz oldu. Ama bu işleri de severek yapardık. Terasımız ahşap, tahtalar her sene bakım ister, temiz tutulacak, boyanacak. Sarnıca giden boru içleri temizlenecek yoksa su boşa gider. Bu yüzden herkesin damında da yapacağı işler olurdu. Adnan`ın ağabeyi 104 yaşında öldü, ölmezden iki sene evveline kadar adaya geldi. Yardımcısı vardı ama çok işini de kendi yapardı. O yaşta dama bile çıkardı.

Her sene bir eksiğimizi yapardık. Duvarımızı kapımızı yaptık. Havuz yaptık. Ama iş biter mi şimdide inşaattan kalan malzeme nerede dursun, jeneratör nerede işlesin, bahçe malzemeleri için hadi birde ardiye yapalım. Ama buda hobimiz olsun, ardiyeyi de kendimiz yapalım. Niye olmasın. Her sene bir sıra örerek taş duvar yapmıştım. Bunu da tuğladan yapacam, her gün bir sıra örerim. Bir usta ile birlikte betonu döktük temel hazır. Evimizi yaparken hep ustanın yanında dururdum tuğlanın nasıl örüldüğünü öğrenmiştim. Başladım örmeye. Aman ne kadar zevkli. Kapı yeri, penceresi hesaplanacak, en uygun yerden bırakılacak. Bir kapta yaptığım harçla kaç tuğla yerleştirirsem o günlük tamamdı işim. Ne güzel eğlence olmuştu bana. O sene gidinceye kadar boyuma kadar ördüm, giderken ustaya gerisi sana ait, damını yap bakalım dedim. Kapı pencerede takıldı mı süslemesi bana ait. Önüne çiçeklerde dikince, evden güzel olmuştu. Bahçemizi çiçeklendirmekte en büyük zevkimizdi. Çiçeklerin en güzel açtığı sıralarda adadan dönerken, koyunlar, keçiler bakalım en çok kimin bahçesini beğenecek diye gülerdik.

Adnan`ın ağabeyi burada, etrafta sevdiğimiz dostlar, bizi özleyen ablam, ağabeyimler de misafir geldiler mi daha ne isteriz. Hep birlikte biraz yorucu bir hayat ama yinede güzeldi. Gündüzleri ev işi deniz, geceleri de toplanırdık. Esprili, neşeli idi komşularımız, ışığımız ve televizyonumuz olmadığı için, onlarla sohbetler ederdik, güzel geçerdi vakit. Hele mehtabımız o kadar güzeldi ki. Ay hiçbir yerde bu kadar güzel görünmezdi. Gayet büyük çıkar, sonra denizde kırmızı yol yapardı. Her hali zevk verirdi bize.

Erenköy`ün 80`li senelerde başlayan hava kirlenmesinden ciğerlerimden hasta olsam da, buraya gelince iyileşirdim. Evet, buranın birde bu güzelliği vardı ki şaşardık. Kaç kişi buraya hasta geldi, ertesi gün hiç o değil. Bastonu ile zor yürüyen, öksürerek gelen, hastalıktan nefes nefese yokuşu zor çıkan, ertesi gün bir bakarsınız denizde. Havası Altınoluk gibiydi. Kapı Dağının zeytinli tepelerinden poyrazla gelen oksijen deniz ile karışıp sihirli bir hava yaratır. O rüzgâr kafamızdakileri de alıp giderdi. Biz artık sadece o anı yaşardık. Zaten gazete yok televizyon, telefon yok. Hiçbir haber yok. Oh ne sakin bir hayat.

Bu rüzgâr güzeldi ama birde denizde fırtınaya tutuldunuz mu işte o felaketti. Yerine göre bir saat, iki saat denizde dalgalarla boğuşmak, bata çıka gitmek herkesi korkuturdu. Hele gelen misafirler buna yakalanırsa, bir daha gelmeyiz artık size derlerdi. Ama seneye unutur yine gelirlerdi.

Burada tam ilkel bir yaşantımız vardı. Ada da çöpçümüz yoktu ama hiçbir döküntü göremezdiniz. Başka adalardan, zayıflamış bir eşek, buranın otları ile beslensin diye bırakılırdı. İşte o yapardı çöpçülük işini. Hem de ne severek. Hangi ev hangi saatte yemek yer bilir, kapıya gelip beklerdi.  Yemek artığı onun hakkı idi. Koyunlarda isterdi ama eşekten onlara sıra kalmazdı. Diğer çöplerimiz için ya yerde çukur kazardık, veya deniz kenarına konan bidonda yakardık. Geri dönüşümleri torbalara koyar Avşa veya Erdek`e götürürdük.

Eşeği pek de severdik. Burada iyi bakılınca neşesi yerine gelir. Adaya gelen bir köpeği kendine arkadaş bilir, aman onunla öyle oynardı ki. Oyun saatleri vardı, o saatte gelir, merdivene ayağı ile tak tak vurur, çağırırdı arkadaşını. Görülecek şeydi onların oyunu. Hele birisi, kedisi köpeği ile yürüyüşe çıkarsa oda arkalarında yürürdü. Öyle yürürlerken aynı Bremen mızıkacılarına benzetirdik. Keşke onların videolarını çekebilseydik.


Koyun adası bahçe
Ardiyeyi yapmaya başladım.

Koyun adasında ardiyemiz önündede çiçeklerimiz.

Koyun Adasında levantalar

Taştan merdivenler yaptım

Sıra havuz yapmaya geldi.
Havuzumuzda pek  güzel oldu.

42. Koyun Adasında Robinson Hayatı


42  Koyun Adasında Robinson Hayatı 
Erdek’e yakın, Avşa ve Paşalimanı adalarının arasında, elektriği suyu olmayan Koyun Adasında ev yapmaya başladık. Bu sıralarda 10 ev vardı adada. Bir sene yılbaşına kadar kaldık. Elektrik yok, su yok, ot yok, ocak yok. Zor bir yaşam şekli. Ama âşık olduk bir kere adaya. Yaşamak zor, ev yapmak daha da zor. Paşalimanı adasındaki gençler çalışmak için gelirlerdi. Kimi kum çeker, kimi taş çıkarır, kimi temel kazardı. Bizde aralarında evimiz yapılıyor diye sevinerek dolaşır, onlara yardım ederdik.
Güzel geçerdi günler. Hikmet ağabeyinin terası genişti, iş dönüşü her geleni geçeni çağırır, birlikte çay içerdik. Çok seviyorduk o köylerde yaşayanları. Bizim en candan dostlarımız olmuştu onlar. Yılbaşına kadar kaldığımız kış onlarla ilginç günler geçirdik. Öğlen tatilinde ada da dolaşır. Kimi tavşan yakalar, kimi mantar toplardı. Köylerine gidince, yakaladıkları tavşanları asarlarmış bütün akrabalarının kapısına. Zaten bütün köy akraba. Mübadelede kendi arzuları ile gelmişler buraya. Her birine evler zeytinlikler, üzüm bağları verilmiş. Geçiniyorlar. Ama bizim gibi ada da ev yapan olursa, çalışmaya yardımcı olmaya gelirlerdi. Bazıları da kışın, Erdek’e, Bandırmaya gidip çalışırlardı.
1983 senesiydi, bin bir zorlukla bir oda mutfak, tuvalet yaptık. Evin en lüzumlu olan sarnıcıda yapıldı. Ama kapı pencere yok. Onları da Erdek te bu adayı seven, bütün zorluklara katlanan marangozumuza ısmarlamıştık. Ertesi sene gelirken de onunla birlikte geldik. Kapı ve penceremizi taktı. Geldiğinde burayı sevdiğinden gecede kalırdı. Hem burayı sever, hem de burada ki hayatımıza gülerdi. Güldüğü şeylerden biri şuydu. Geldi oturdu ama salonun ortasında bir buzdolabı. Yardım edeyim kenara çekelim dedi, biz yooo olmaz o orayı sevdi, nereyi severse orada durur. Aman ne kadar gülmüştü. Verin ben onu şuradan denize yuvarlayayım dedi. Evet bizim buradaki hayatımız böyle idi. Aygazla işleyen dolabımız bozulursa ustası yok, tamirinden ancak siz anlayacaksınız. Su terazisi ile evde gezdirin, nereyi beğenirse orada duracak. Gelinde gülmeyin. İşte ada yaşantımız. Her zorluğa karşı seviyoruz biz adayı. Ertesi senelerde yaptığımız tek oda da oturup, yavaş yavaş yukarı normal katımızı yapmaya başladık. Yine ustalar ile birlikte çalışıyoruz. İnsanın kendi evini yapması ne kadar zevkli imiş. Ama bir senede bitmez, kalan yine seneye devam. Daha neler neler yapılacak. Kışın koyunlar bahçeye girmesin, yoksa diktiğiniz ağaçları kemirir bitkileri yer. O zaman duvar lazım. En güzeli taştan ama onu da kendiniz yapın bakalım. Her sene bir sıra örün durun. Bende öyle yaptım. Duvardan sonrada Adnan la tahtadan kapımızı yaptık. Taş işi hoşuma gitti, sevdim bu işi. Meyilli olan bahçemize bir çok da merdiven lazım. Ara duvarları lazım. Ondan sonra da havuz. Taş ustası oldum çıktım.
Terasımızın çatısını da yaptık, artık sevincimize diyecek yok. Yakınlarımız gelsin, beraber güzel günler geçirelim. Şafağı, gurubu, mehtabı, denizi, koyları her şey çok güzeldi. Denize girmek için birçok koy vardı. Lodosta başka poyrazda başka koyda girilirdi.
Sonraki senelerde, Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Hanım yaz tatillerinde Ekinli adasındaki dostlarına gelirlerdi. Denize girmek içinde bizim adamızın boş koylarını tercih ederlerdi. Boş bir koy, güzel bir deniz.  Pırıltılı bir kum, sanki altın serpilmiş. Bu pırıltılar denizin içinde daha da güzel parlardı. Emine hanımda burayı görmüş sevmişti.
Ada da tam bir Robinson hayatı. Evinde yiyeceği kalmayanlar balık yakalar, midye çıkarırdı. O seneler tavşanda çoktu, usulünü bilen tavşan yakalardı. Mevsim sonbaharsa mantar toplanır. Daha bitmedi, becerebilen koyun yakalasın. Serbes dolaşan koyunların sayısı belli değildi. Kekik ile beslendikleri için lezzetine doyum olmazdı.
İlk senelerde radyodan başka hiçbir teknoloji aletimiz yoktu. Gazete yok, telefon yok. Sessiz sakin. Tabiatla baş başayız. Sade böceklerin bıcırtısı olan bir dünya.
Adeta biz başka bir dünyadayız. Varsın buzdolabımız odanın ortasında dursun. Biz burada mutluyuz. Biz hayatımızdan memnunuz. Ama etraftaki adalarda, bilhassa Avşa adasının Yiğitler köyünde, adımız deliye çıkmış. Bizi, adayı görüp soran olursa, a onlar mı orada deliler oturuyor derlermiş.
Şimdi siz söyleyin, öyle ıssız bir adada, tabiatın tam içinde yaşamaya delilik mi denir?
leytil@gmail.com
Adada her sene bir sıra örerek Duvarlarıda kendim yaptım.



Duvar yap  Tahtadan kapı yap Yorulunca dadogru denize..
Evimiz Duvarını da kapısını da kendimiz yaptık ne kadar zevkli bir iş.
Evimiz hazır artık agabeyim Yengem gelsin Ablam gelsin.
Komşularla kahve sohbetleri 



41. Koyun Adasında Robinson Hayatı


Adnan’ın ağabeyi Koyun Adası denen pek bilinmeyen bir ada da arsa alıyor. Bende görmeden heveslenip alıyorum. Birkaç sene sonra ağabeyi evini yapıp bizi davet ediyor. Aslında daha tam bitmemiş, ama burada kolay değil ev yapmak, olduğu kadar, üst tarafı yavaş yavaş yapılacak. Birlikte gidiyoruz, zorlu bir yolculuktan sonra adadayız. Eve kadar bayağı yol var, birazda yokuş  çıkıyoruz.  Terasa gelip dinlenmek için kendimizi bir şezlonga attığımız anda,  şok oluyor bu manzaraya aşık oluyoruz. Aman ne kadar seviniyorum benimde yerim var burada,  bende ev yaparım. O sene orada ağabeyinin evinin eksikleri yapılacak. Ama nerde işci, eksikleri yapacak kimse yok, eh biz ne güne duruyoruz. Sıvıyoruz kolları. Boya imiş badana imiş. Ev yerleştirmek, bahçe temizliği, tanzimi. Harıl harıl çalışıyoruz ama hiç yorulmuyoruz. Adanın sihirli bir havası var sanki.
Marmara denizinde dört ada olduğu bilinir. Marmara adası, Avşa, Paşalimanı ve Ekinli adaları, onların arasındaki küçük adayı pek kimse bilmez. Aslında küçük dedim ama Heybeli adası kadar, tam Robinson hayatı yaşamak isteyene göre. Adada su yok elektrik yok. Yol yok iskele yok. Ama siz âşıksınız adaya. Şimdi ne yapacaksınız. Arsa çok alın arsayı ama nasıl yapacaksınız evinizi.
Ada da hiçbir nakil vasıtası yok. Nasıl gelecek kum çakıl çimento. Usta nerede. Her gün Paşalimanından adaya özel motor getirecek işçileri ustayı. Ne elektrik ne su var. Her şeyi kendiniz yaratın bakalım. Hele biz orada bu sevdaya yakalandığımızda 70’li yılların sonları idi. Telefonda yoktu. Adada ihtiyaçlarımızı bir haftalık alırdık aygazla işleyen buzdolaplarında muhafaza etmeye çalışırdık. Ama mühim bir ihtiyaç olursa eski zaman insanlarının yaptığı gibi karşı adaya haber yollamak için sahilde ateş yakardık.
Yeni yeni teknoloji aletleri ile tanışmaya başlamışken biz yeniden döndük ilkel hayata. Ama dediğim gibi bu adaya bir kere geldiniz mi bitti her şey, siz âşık oldunuz bu adaya. Hadi bakalım kullanmak için su bulun. Evler yapılırken ilk iş sarnıç yapacaksınız, kışın dolacak depolar mis gibi su ile. Sahilde kuyu açarsanız onu da jeneratör ile çalıştırıp motorla çekersiniz. Ama içme suyunu karşı adadan alacaksınız. Bir çok zorlukla yaptınız evinizi. Ev eksiği biter mi kalan ufak tefek artık size ait. Sizde usta gibi çalışacaksınız. Bir yazda bitmeyecek,  ikinci sene, üçüncü sene her sene bir eksiğini yapın zevkinize göre.
Nisanda gidip eylül sonuna kadar kalıyorduk. Evimizi yapmadan birkaç sene ağabeyinde kaldık. Öyle gidip te hemen bizde bir ev yapalım diyemezsiniz. Kum çektiren olursa bize de çekin diyorduk, taş çıkaranlar olursa aman bize de diyorduk. Böylece ev malzemesi tamamlandı.  Bir senede ağabeyi evine sarnıç yapacaktı ustalar gelip gidiyordu. Bize de bir sarnıç, bir oda, tuvalet, mutfak yapın dedik,  ama havalar bozunca Paşalimanından gelecek olan ustalar gelemiyordu, günlerce onların gelmesini bekliyorduk. O sene yılbaşına kadar kaldık orada. İstanbul ile haberleşme yok. Evde soba yok. Isınacak hiçbir alet yok. Terasa güneş gelirse orada ısınıyorduk ancak.
Gündüz ustalar çalışırken üşüyen ellerini ısıtmak için, kapısı penceresi olmayan inşaatın içinde çalı çırpı ile ateş yakarlardı. Bizimde hoşumuza giderdi onlarla oturup ateşin başında çay içer, sohbet ederdik. Birde başka  adadan atılmış köpeğimiz oldu. Oda zavallı ne kadar da terbiyeli. Kapısı olmayan odanın dışında oturur bize bakardı, gel sende dersek gelirdi ancak. Laftan anlardı adeta sevinir kuyruğunu sallayarak gelirdi  ateşin başına. Değişik bir hayat yaşıyorduk. Buda güzeldi. Alıştık bu hayata ama İstanbul’da bıraktıklarımız akraba eş dost merak ederdi bizi. Hele Serap ile haberleşemedik. Tam onun Amerika’ya gittiği seneydi. Hava güzel, deniz durgun olursa Paşalimanına geçer oradaki telefon kulübesinden birkaç yere telefon ederdik. Ustalarımız Paşalimanından geliyordu. Kışın çok kötü havalarda gelemezlerdi. Ama biz ekmeksiz kalmayalım diye motorla bata çıka bize ekmek getirirlerdi. Bazı günlerde Adnan ağabeyi ile sabahın erken saatinde kalkıp Erdek’e alışverişe giderler, akşam geç saatlerde dönerlerdi. İşte o günler  ben adada yalnız başına kalırdım. Kışın erkenden hava kararır yine ben ada da yalnızım, ama köpeğim vardı bana arkadaş. Bütün ada bizimdi dolaşırdık onunla kimsesiz ada da.
 Motor sesi duydukça dikkat kesilir. Bizimkilerin motorunu ise nasıl tanırdı bilmem, bana bakar adeta haber verir koşardı iskeleye.
leytil@gmail.com



Koyun adasında evimiz yapılırken ustalarla

Koyun Adasında güneş batışı ustalarla terasta çay içilirdi.

Koyun Aadasında Serapla evin yerini tesbit ediyoruz

Koyun adasında ustalarla birlikte çalışıyorum

39. 1982 Yazı Koyun Adası Kışı Bogaziçi Üniversitesi.

Yazları hep birlikte Koyun Adasındaki amcasının evine gidiyorduk. Serap’ta seviyordu burayı. Kışınki derslerin yoğunluğundan sonra buranın tadını çıkarıyordu. Arkadaşları da vardı. Onlarla bayağı yaramazlık yapardı. Kendi evimizi yapmadan önce uzun seneler amcanın evindeyiz, amca titiz ama o pencereden kaçardı. Adada ki arkadaşlarını da toplar, birde balıkçı motoru olan bir arkadaş, doğru Avşa Adası. Gece eğlenceleri vardı orada.

Yazın Koyun adasında deniz keyfi.

Başka bir günde küçücük kayık ile ada turu yapmaya kalkarlar. Bir tarafta sakin olan deniz, burunu dönünce coşmuş ne türlü. Vazgeçerler ama dönemezler. Adamakıllı mücadele ederler dalgalarla. Epiği korkulu anlar yaşarlar. Yaşadıklarını helecanla konuşurken öğrenirdik bizde. Yine elebaşı olmuştu burada. Boyuna bir yaramazlıklar yaratırdı.

Ada da büyük arsaları olan biri sebzeler yetiştirirdi. Bir sene karpuz dikmiş çok bereketli olmuş. Motora koymuş diğer adalara götürüp satacak. Bizim koca yaramaz kızımız hevesleniyor beraber satalım diye atlıyor motora. Akşama kadar diğer adaları dolaşıp satıyorlar eğleniyorlar. Buda değişik bir hayat, pek hoşuna gidiyor.

Yaz sonu eve dönecez,  Avşa dan vapura biniyoruz. Serap bize iskemle bulup bulup getiriyor hepimizi oturtuyor. Etraftan Serap’ı tanıyan gençler laf atıyor. Bakın karpuzcu kız şimdide iskemle satıyor diye. Evet bizim kızımız biraz yaramazdı. Acaba ilerde Hürriyet gazetesinde röportajı çıkınca Antarktika Güney Kutup noktasına ilk giden Türk kadınının o karpuzcu kız olduğunu tanıyacaklar mıydı?

Üniversite günleri.

Mevsim sonunda okulunu özlerdi. Yalnız ikinci sene okul yurdunda kalma imkanı olmadı. Yine yurt arama telaşı. Bu seferde okulun üst kapısına yakın bir yurt buldu, orada kaldı. Pek memnun kalmadı ama yinede gelip gitmekten daha iyi idi. Çok çalışıyordu. Kendi ikinci senesi ama arkadaşlarından üçüncü sınıfta olanların Amerika ya gitme araştırmaları başlamıştı. Serapta onlardan neler lazım neler yapılacak öğrenmeye başlamıştı. Burada okuyanların çoğunun en büyük arzuları Amerika da doktora yapmaktı. Amerika ile yazışarak oradaki okullardan broşür istiyorlardı. Şartları öğreniyor, kendi arzularına uyan bölümleri araştırıyor, asistan olma imkânı nasıl, her bir şeyi inceliyorlardı.  İkinci senesini güzel notlar alarak bitirdi. Amerika’ya gitmesi, orada asistanlık kazanması için  iyi notlar alması lazımdı. Hemde iyi notlar alırsa burada da üçüncü sınıftan itibaren birinci ve ikinci sınıflara asistan olunuyordu.
Yaramaz kızımız temelde yürüyor..

Notları yeterli oldu ve üçüncü sene asistan oldu. Bu asistanlık için az birde para alınıyordu.  Geçen seneki yurdu pek sevmedi. Yeni bir yurt aradı, bu seferde Bebek kapısına yakın bir ev buldu. Evde tek başına yaşayan bir hanım, tek bir odasına pansiyoner arıyormuş. Küçücük bir oda. Serap odayı bize tarif ederken iki kişilik yatak kadar bir oda demişti. Sonra gidip gördüğümüzde tarifi çok doğru idi. Ama onun en aradığı gürültü olmayan bir yer. Odası küçük ama salonu kullanma imkânı vardı. Hazır olan yemeklerini rahatlıkla ısıtıp salonda yer, odasında da yatağının üstüne yayılır çalışırmış.

Okulda ve evinde güzel bir sene geçirdi. Yalnız çok çalışıyordu, Cumartesi Pazar günleri evde çalışırken dinlenmek için kafasını dışarı uzatıp bakarken bu güzel havalarda da böyle evde oturulur mu diye isyan ediyordu. Okulun çok gezileri olurdu ama gitmezdi. Sorardım nasıl gidenler memnumu derdim. Bir Uludağ  gezisi için cevabı şöyle oldu -- gidenlerin yarısı arap, yarısı da topal olmuş--.
Kendinin  üçüncü senesi ama arkadaşlarının dördüncü yani son seneleri. Amerika dan asistan olarak kabul edilmişlerdi, gideceklerdi. Şimdi sıra kendine geldi. Artık oda iyice öğrenmişti neler yapacağını. Dördüncü sınıfı okurken yine asistanlık yaptı, bir yandan da Amerika için hazırlıklara başladı.

40, 80 li senelerdeyiz.1982, Serap’ın Boğaziçi’nde Son Sene


80’li senelerdeyiz. Marketler açılıyor, her şey bollaşıyor. Şaşırıyoruz neler var böyle. Artık her aradığını buluyorsun. Beyaz eşya, mobilya, televizyonlar. Evler apartmana dönüşüyor. Her yerde 10 katlı 15 katlı apartmanlar. Yeni evlere yeni eşyalar. Sanki bedava dağıtıyorlar. Evinde koltuk kanepeler yenide olsa at yenisini al. Buzdolapları, çamaşır makineleri. Değiştir hepsini. Bizde yeni evimize taşındık ama ben koltuklarımı atamam. Büyüklerimden kalmış. Yalnız yüzünü değiştiririm.
15 katlı apartmanımızın 5 inci katındayız. Ev yapılırken ayrıldığımız komşularımızla yine bir araya geldik. Hep bahçelerde beraberken, ne tuhaf burada birbirimizi görmez olmuştuk. Bahçede tavuklarımız yok artık. Ama iyi ki kedimiz  akıllı çıktı, asansörle çıkmayı öğrendi. Bize gelen misafiri nasıl tanırdı şaşardık. Tamam, bu bize geliyor der, önden koşar adeta yol gösterir, sonrada onunla binerdi asansöre.

70’li senelere kadar bizim anahtarlarımız kapının üstünde dururdu. 80’li senelerde ne oldu böyle. İkişer kilit var kapıda. Daha sonraları üçte oldu ya. Asansörde rastladığımız biri ile şaşkın bakardık birbirimize, acaba sizde burada mı oturuyorsunuz diye sorardık. Hâlbuki eskiden aynı sokakta oturanlar birbirini tanırdı. Hele köşe başında ki bakkalımız, mahallede oturan herkesi tanırdı. Yabancı biri ev ararken ona sorsa, hemen tarif ederdi. Şimdi biz kendi apartmanımızda değil üst katımızda oturanı tanımaz olduk.


Son sene Rumeli Hisarında kaldıgı köşk
Serap Bogaziçine gidiyor.
 Birinci sene Erenköyden gidip geldi 2. devre okul yurdu sonraki seneler bebekte pansiyon.
 1982 Bogaziçi son senesi.
Yine ilk işi okula yakın yurt bulmak.Geçen sene Bebek deki minik odasında çok rahattı ama hanımın oğlu dönmüş,  Serap’a yer yok . Bu seferde okulda hocalarından biri Serap’a çok ilginç bir yer buldu. Okulun bahçesine bitişik kocaman bir konak. Tam önlerinde Rumelihisarı. Ağaçlar, yeşillikler arasından Boğaz manzarası. Yalnız yaşayan Amerikalı bir hanım, eskiden Amerikan konsolosluğunda çalışırmış. Birde kedisi var. Hanımla çok iyi anlaşıyorlar.  Hele kedisi ders çalışırken kucağına gelirse, mutluluğuna diyecek yok. Hanımda bu arkadaşlıktan çok memnun, bir yere giderken aklı kedisinde kalmayacak artık, çünkü kedisi emin ellerde. Bizim kızımız her bakımdan cesur korkusuz o koca konakta yalnız kaldığı gecelerde bile korkmazdı. Onun bütün korkusu gök gürültüsü, şimşek. O zaman da sarılırmış kedisine.  Bu evde yaşamak, ders çalışmak rahat, okuluna gidip gelmek daha rahattı. Evdeki başka odalara arada bir Amerikalılar, Kanadalılar gelip gidiyorlardı. Serap da onlarla pek güzel arkadaş oluyor, onları gezdiriyordu. Tam Amerika’ya gitmeden bu ona iyi bir staj oldu. Güzel bir sene geçirirken, Amerika okulları ile asistanlık anlaşmalarını da yapmıştı. Geçen sene arkadaşlarından her şeyi öğrenmişti.  Notları güzeldi. Hocaları da kendini iyi tanıyıp sevdiklerinden çok iyi referans yazmışlardı. Şimdi Amerika’da ki asistanlık için istenen sınavlara  gelmişti sıra. Robert Kolejinde iki sınava girdi. Biri İngilizce gramer sınavı TOEFL, diğeri de fizik ve matematik GRE. Onlarda güzel geçmişti. Her şey tamam olunca, en son, Amerika ya davet eden hocası bana telefon aç demiş. Konuşmasına bakacakmış. Serap helecan içinde, telefonla konuşuyorlar, çok güzel geçtiği belli. Sevinç içinde. Hocası o kadar beğenmiş ki, hemen yarın biletini alıyorsun geliyorsun demiş.

Diploma törenine babası, teyzesi hep birlikte gitmiştik.  Kızımız diplomasını alıp getirip babasına, bunu senin için aldım baba deyip vermişti. Tam da o günü babalar günü idi.
.Mezuniyet
O yaz, Boğaziçi Fizik bolumu uluslararası bir konferansa misafirlik ediyordu. Bu çok büyük bir şanstı. Dünyanın her bir yerinden gelmiş ünlü fizikçiler ile tanışacaktı. Gelecek misafirler için büyük bir hazırlık vardı. Koşuşturmalar, telaşlar Serap ta her şeyin içinde. Kalacakları yerler hazırlanıyor. Konferanslardan sonra Türkiye’yi tanıtma programları, geziler hazırlanıyor. Serap’ta büyük bir sevinç içinde koşturuyor. Konferans günleri haraketli geçiyor. Gelenlerden iki fizikçi ile çok samimi arkadaş oluyor, İstanbul’u, geziyorlar birlikte, çok eğleniyorlar.  Nihayet konferans bitiyor, şimdide Türkiye’yi  gezdir bize diyorlar. Otobüsle Marmaris, Bodrum’a gidip dönüyorlar.
Üniversite bitmiş, diploma alınmış, Amerika işi tamam. Şimdi artık hazırlanacak ve yolculuk. Kızımız bu seferde daha uzaklara Amerika’ya uçuyor.



.


38. 1978, 1979, Serap Bogaziçi Üniversitesinde

1977 senesi, yüzyıllık ahşap evimiz, yüzlerce yıllık  tarihi mahallemiz tarihini geride bırakıp dev beton binalar haline geldi.  Serap İngiltere’den döndü, doğup büyüdüğü ev yok olmuştu ama en azından bahçemizdeki ağaçlar kalsa bari diye uğraştı. Bir yandan üniversite sınavlarına hazırlanıyor,  bir yandan da arkadaşının yanında, Murat Export tekstil firmasında çalışıyordu. Konu komşu, eş dost çocuklarına matematik, fizik dersleri veriyor. Boğaziçi Fizik bölümünü kazanmak istiyor. Amerika yolu buradan açılacak.
1980 BU Fizik Bölümü
Sınava giriyor ve de Boğaziçi Fizik bölümünü kazanıyor. Hazırlık sınıfı için sınava girip onu da geçip atlatıyor, doğrudan birinci sınıfa başlıyor. Burada ikinci sınıfta da kim okuyor dersiniz. Yalova kampında ki benim arkadaşın oğlu. Kızımın ilk erkek arkadaşı. Birlikte Fizik okuyorlar. Burada da hocalarını seviyor. Okulunu seviyor. Büyük bir gayretle derslerine çalışıyor. Yalnız bir problem var. Okuluna 2 otobüs ile gidiyor. Sabahları o kalabalık otobüse hiç dayanamıyor. Her gün gelince soruyorum, nasıl gittin diye. Bir günkü cevabına bakın. Bu gün rahat gittim diyor. Bende merakla iyi nasıl rahat oldu diye sorunca. Otobüs de iki ayağımda bastı yere demez mi. Hele karlı bir kış günündeki macerası ne türlü üzdü beni. Kar yağıyor lapa lapa ne güzel, ama otobüsler işlemiyor.  Gelse de yer yok durmuyor. Serap’ın da sınavı var gitmeli mutlaka. Bir otobüs, iki otobüs duran yok, alan yok. Mecburi otostop yapacak. Korku yok, bir araba duruyor, seviniyor biniyor. Serap bütün ciddiyeti ile sınava yetişmek istediğini anlatıyor. Hızlı gidemiyorlar, arabalar kayıyor, çarpışıyor, aralarından geçiyorlar. Kendileri de birkaç kere kayıyor. Yavaş gitseler de, ne kadar dikkatli kullansa da, onlarda bir dönemeç te kayıp çarpıyorlar. Korkuyorlar. Neyse fazla zarar yok, yine devam yollarına. Adam Serap a teşekkür ediyor, Serap şaşkın bakıyor, neden acaba. Her durumda da gayet metin davrandınız, panik yapmadınız, bana güvendiniz diyor. Okul sapağı, yürünecek kadar yol kalınca, Serap teşekkür edip, artık yürüyebilirim diyor iniyor. Buradan sonra her yer bembeyaz. Yol yok, nerede yol? Önünü göremiyor, hiç ayak izi yok. Hiç mi geçen olmamış. Kar o kadar yağıyor ki, hemen kapanıyor ayak izleri. Yürüyor ama, yolun bir tarafının uçurum olduğunu biliyor. Acaba doğru yolda mı yoksa uçuruma doğrumu yürüyor. Okula varsa da sınava girecek hal varmı, donmuş elleri kalem tutacak mı? Yinede koşuyor, düşüyor, kalkıyor yürüyor. Kimse yok, herkes nerede acaba? Çoğu talebenin arabası var, olmayanda senin kadar cesur mu kızım.

Birinci sınıf ilk devre bitti. Yalnız gelip gitmek onu çok üzüyor ve yoruyordu, bu yüzden ders çalışmaya vakti kalmıyordu. Aldığı notlardan da memnun kalmamıştı. İkinci devre okul pansiyonunda kalmak için müracaat etti. İlk önce İstanbul haricinden gelenler alınırmış yurda. Yer kalınca Serap’ı kabul ettiler. O senelerde okul servisleri diye bir şey yoktu, her gün otobüsle gelip giderken çektiği eziyetten kurtulmuştu, Cuma akşamları eve gelirdi. Pazar akşamı beş günlük hazırladığım yemeklerini alıp dönerdi. Okulunu seviyordu, yine burada da buldu sevecek hocalar. Sevdiğine kendini de sevdirmeyi bilirdi. Memnundu hayatından. Diğer üniversitelerde ki çatışmalar yoktu burada. Yurtta kalınca rahatlıkla da çalışıyordu. Güzel notlar alarak ilk seneyi bitirdi.

37. 1970-80'li Yıllar, Erenköy Mahallemiz Degisiyor

Eskiden Kızıltoprak’tan Erenköy’e kadar sayfiye yeri idi. Osmanlı paşalarının da buralarda büyük bahçeler içinde yazlık köşkleri, konakları olurdu. Etrafında da  şimdi müştemilat dediğimiz küçük evler vardı. Buralarda uşakları, bahçıvanları, atlı arabacıları otururdu. Bu küçük evlerin mutfağı olmazdı. Köşkte pişen yemekler hep birlikte yenirdi. Evlerin önleri çamlık, arka tarafta da meyve ağaçları olurdu. Bahçeye evin ihtiyacı olan sebzeler ekilirdi. Her evin mutlaka üzüm bağları da olurdu. Atı, koyunu, keçisi, kedisi, köpeği tavukları da olurdu.

Bizim mahallemiz Tüccarbaşı – Istasyon Cad köşesinde, büyüklü küçüklü 10 a yakın ahşap ev vardı.  Bu evler, Sultan 2. Abdülhamid`in Ticaret ve Bayındırlık Nazırı Mustafa Zihni Paşa (1838-1911) köşkünün 200 m güneyinde bir alana yayılmışlardı. Hemen biraz güneyde de Zihni Pasa Camii. Bu evlerde de köşkte çalışanlar oturuyor olmalıydı. 1800’lerin ikinci yarısından sonra yapılmış olan bu köşkler ve etrafındaki evlerde, zamanla paşalar öldükçe, çocukları, torunları tarafından satılmaya başlamış. Adnanlar da 1900’lar ın başında almışlar bizim evi.

1960’lar dan başlayarak ilk önce Bağdat Caddesi etrafındaki köşkler yanmaya başladı. Çoğunun tarihi değeri olduğu için belediye izin vermiyordu yıkılmalarına. Müteahhitlerin baskısına dayanamayan ve de modern apartman dairelerinde kaloriferli yerlerde yaşamayı da cazip bulanların köşkleri nedense bir kaza nedeniyle teker teker yanmaya başlamışlardı. Çoğu da boş ve terkedilmişti başlarına kaza gelip yandıklarında.

1970’li yıllara kadar ayakta kalmayı başarmış bu köşkler ve evler yıkılıp apartmana dönüşmeye başladı. Yavaş yavaş Ethem Efendi Caddesi etrafı apartman doldu. 1977 senesinde de sıra bize geldi,  etraftaki evlerle birlikte bizim evimizde yıkılıyor, iki tane 15 katlı apartman yapılmaya başlıyor.

Böylece birçok köşk yok oluyordu. Bunlardan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunlarının köşkü burada imiş ama nerede? Cemile Sultanın bahçesindeki yapılan apartmanlar burada ama, köşk nerede? Kabasakal Mehmet Paşa’nın köşkü de eskiden burada imiş. Tarihi olduğu için yıkılmaktan kurtulan köşklerde nerede, görülmüyor ki 15 katlı apartmanların arasında.

Yıkılmaktan kurtulabilen, hemen civarımızdaki, 1506-1579  yılları arasında yaşamış Osmanlı Sadrazamı, Sokollu Mehmet Paşa'nın restore edilmiş konağı. Şu anda Erenköy Anafen Dershanesi şubesi olarak kullanılmaktadır. Şimdilerde müze olan Kazım Karabekir köşkü. Kazaskerde  lüks bir restorana dönüşen Reşat Paşa köşkü. O köşkleri, öyle güzel şekilde gördükçe seviniyoruz.

Ama o, 200 m ilerimizdeki,  yüksek duvarlarla çevrili, bahçe içinde, ağaçlar arasında saklanmış o köşk hep esrarlı görünürdü bize. Burasi, 1970’li yıllarda işkencelerin yapıldığı, kırmızı tuğla ile örülmüş, gösterişli kapısında iki askerin beklediği Zihni Paşa köşkü idi. O köşkün yerinede, 150 daire li bir site olmuş. Şimdide sitenin kapısında site bekçileri bekliyor. Burada eskilerden, sade kuyunun tulumbasını çalıştırmak için yapılmış demir yel değirmeni, birde kırmızı tuğla kapı kanatları kalmış. Gösterişli kapının resmini çekmek isteyene soru soruyorlarmış. Acaba gösterişli kapı kanatları için mi, yoksa işkence evi diye mi.

1970’li senelerde, bir taraftan evler apartmana dönüşürken, bir yanda da değişik olaylar oluyordu. 72 de Deniz Gezmişin asılması, dönüm noktası oluyor. 73 de Ecevit, Erbakan hükümeti kuruluyor. 74, Kıbrıs çıkartması. Bunların yanında sağ sol çatışmaları. Ortalık çok karışık. Olaylar tırmanıyor.  Siyasetle uğraşmıyoruz, büyük mevkilerde değiliz o yüzden fark etmiyoruz, yalnız duyduklarımız bile bizi ürkütüyordu. İşkenceler yapılıyor, bunu duymaya bile dayanamıyorduk. Üniversiteler de talebe olayları. En çok olayların olduğu İstanbul ve Marmara Üniversiteleri, Ankara da Ortadoğu, Hacettepe, Gazi Üniversiteleri. Yalnız Boğaziçi bu olaylara karışmıyor. Herkes şüphe altında idi, evlere gelip kütüphaneler aranıyor. Ne kitaplar okudukları araştırılıyor. Ayrıca evlerde silah aranıyor. Hatta evinde eskiden kalma antika kılıç bile olsa teslim edilmesi isteniyor. Her şeyden korkar olmuştuk.

36. 1977 Serap Londra dan geliyor..Akdeniz Gemi Gezisi

Serap Londra da kendi dertleri ile uğraşırken Yalova kampından tanıdığı bir arkadaşı da onun yanına geliyor. Ona da okul ve iş bulunacak. Evi tek kişi için tutmuş, iki kişi kaçak kalacak. Süheyla hanımın başına bir kız daha. Evdeki kızlar bu ablayı da seviyorlar.  Süheyla ablası da seviyor bu yeni kızını. Pazar günleri ev hasreti çeken bu iki kızına birden kucak açıyor. Serap’ın tabii işi bir kat daha artıyor. Arkadaşı yemek yapmayı  bilmiyormuş, şimdi birde onu doyuracak. O yüzden lokantada iş bulmak en iyisi, hiç olmasa bir öğün oradan yenecek. İş aranıyor, okul aranıyor. Günler böyle geçiyor.
Arkadaşı Oya ile kedilerini severken.
Resim yazısı ekle
Şimdide arkadaşının annesi gelecek. İki kişi derken üç kişi olacak gibi değil. Ev aranacakta, annesi ne kadar kalacak, ev kaç kişilik tutulacak. Ama her şeye rağmen annenin gelişi onlara moral oluyor. Seviniyorlar. Annesi gelirken aman neler getirmiş neler. Her birine seviniyorlar. Benimde evden yolladığım şeyler. Ayrıca örgü hırka ve bluzlar ne kadar makbule geçiyor.

Hele ördüğüm bir hırka onu bir hayli şaşırtıyor. Bir gün sokakta, bir kızın atkısını görüp pek beğeniyor. Bakıp kalıyor. Annem görse örerdi bundan bana diyor. Bende sanki içime doğmuş gibi ona bir hırka örüyorum. Aynı gördüğü atkının renkleri. Tam gökkuşağı renklerinde. Çünkü biliyordum eskiden beri severdi gökkuşağını. O yüzden hırkayı gördüğü an şok yaşıyor, o andaki sevincini anlatamıyor bana.


Artık anneleri var onlara güzel yemekler yapacak. Annesi markete gidiyor alışveriş yapacak. Kendini Türkiye de sanıyor, her şeyden çok çok alıyor. Serapta arkasında, o aldıkça bakıyor,  fazlasını sepetten alıp geri koyuyor. Aferin kızıma idareli olmayı iyi öğrenmiş.
Annesi geleli yemek yapmaktan kurtuluyorlar güzel yemekler yiyorlar. Ama anne bir hafta kalıp dönüyor.
Serap arkadaşları ile Hyde park ta..,











Bahar geliyor Serap’ta ev hasreti. Derken, bizden aldığı bir mektup onu pek sevindiriyor. Bir vapur gezisi. Şimdinin Mavi yolculuğu, hem de bu seferki Güney Avrupa sahilleri. Çok güzel zamana rastlıyor. Dersler bitiyor. İşten de çıkıyor. Dönünce arar yenisini. Bu yolculuğa çıkmadan biraz giysi lazım, ama para yok mayo bile alamıyor, artık Avrupa dan alırım diyor. Sevinerek koşup geliyor.
Marseile de kahve molası.
Bu seferki gezimiz de yine, Adnan’ın deniz yollarında çalıştığı için bedava. Yine daire arkadaşları ile yapılan bir gezi. Pire, Napoli, Roma, Marsilya, Barselona. İlk durağımız Pire limanı. Tarihi yerleri geziyoruz. Her limanda tarihi yerler yanında tabii alışveriş merkezlerini de geziyoruz. O tarihlerde bizde pek bir şey bulunmuyordu, o yüzden burada ne görsek hayran oluyoruz. Napoli de inince otobüs yolculuğu ile Roma ya geliyoruz. 
Roma.
O yolun iki yanındaki çiçeklere hayran oluyoruz. Kilometrelerce yol boyunca zakkumlar rengârenk. Sene 1977 henüz o tarihlerde bizde öyle güzel yollar yoktu. Roma da ki muhteşem Vatikan kilisesini geziyoruz. Saatlerce baksan, baktıkça bakarsın. Hayran kalıyoruz. Yalnız lisan bilmemek her an insanın karşısına çıkıyor, rehberler anlatıyor ama anlamıyorsun ki. Kiliseye girerken giyim mecburiyeti var, yolculuk bu, deniz yolculuğu, ekseriyet şortlu, hayır giremezsiniz şort yasak, mini etek yasak, omuzları açık bluz yasak. O yüzden Serap girmedi. Sokakların güzelliği, temizliği, mermer heykeller, çeşmeler. Sokaktan geçen atlı araba görüyoruz, süslü dört beyaz atla çekiliyor. Geleneksel bir gezi imiş. Gelin gezdiriyorlarmış. Şoför anlatıyor. Tercümanımızda Serap. Sonra şoförle konuşurken suratsız şoför çok gülüyor. Serap’a sebebini soruyorum. Anlatıyor,  şoför sen İtalyanca biliyor musun diye sormuş. 
Roma

Serap’ında bildiği sadece bir küfürmüş, onu söyleyince o suratsız şoför in gülmesi ondanmış. Neyse sonra arkadaş oluyorlar, anlatıyor etrafta ne görürse. Napoli de sokakta dolaşırken hiç tanımadığımız biri yaklaşıyor, bir şeyler anlatıyor anlamıyoruz,  sonra tarif ediyor. Çantama sahip olmalı imişim elimden kaparlarmış. Geceleri vapurda nefis yemekler, eğlenceler. Her sabah başka limanda uyanıyoruz, aman ne güzel şey. Her gezdiğimiz yer birbirinden güzel. Barselona  ya  bayılıyoruz. Yollar geniş, güzel. İki kenarda, ayrıca ortada da yürüyüş yolları.  Hep çiçekler içinde. Daracık yollardan geçiyoruz, oralarda ayrı güzel. Bir gece gemiye bayağı geç dönüyoruz, yollar bom boş, şoförün kırmızı ışıkta durup, yeşil ışığı beklemesine şaşırıyoruz. Bizde daha böyle şeyler yoktu. Bir markete gittik ki, girdiğimiz anda şaşırdık kaldık, kaç kat burası, her birini geziyoruz. Bizde daha böyle büyük yerler görmediğimiz için, nereye bakacağımızı ne alacağımızı şaşırdık kaldık. Her katta başka bölüm, giysiler,  yatak takımları,  örtüler,  porselen takımları. Her şeye bayıldık,  her bir şeyden almak istedik. Biz yine fazla bir şey almıyoruz, bazı arkadaşların kamaraları kendileri giremeyecekleri kadar dolmuş.  Marsilya da ki mezarlık. Herhalde biz bir parka veya çiçek bahçesine geldik sandık. Gemimiz geceleri yol alıyor. Yemeklerimiz harika. Yemekten sonraki eğlenceler, danslar. Çok güzel geçiyor vakit. Kimse yatmayı düşünmüyor. Herkes şezlonglarda mehtap seyrediyor. Mehtap yoksa da yıldızlar o senelerde oka dar güzeldi ki. Dönüşte bir gece kaptanımız bize, bu gece yatmayın diyor. Şansımıza Etna yanardağının lav fışkırtmasını göreceğimizi anlatıyor. Kızımızda çok eğleniyor kışınki yorgunluğu çıkarıyor. Avustralyalı arkadaşlar buldu, biz alışveriş düşünürken, onlarla daha akıllıca geziler yaptılar.

İstanbul’a dönünce Serap yine gidecek İngiltere ye. 3 ay daha akademik ingilizcesini ilerletip Ocak da üniversite ye başlayacak. Tam bu ara inanılmaz bir şanssızlık oluyor. İngiltere’de Thatcher başkan oluyor,  yabancı öğrencilere üniversite fiyatlarını iki katına çıkarıyor. Serap şaşırıp kalmış. Müfettişlikte gide gele bulduğu tanıdıkları ile dertleşmiş. Burs bulabilir miyim diye uğraşmış. Herkes den fikirler, nasihatler almış. Burada astrofizik okurken dışarıda çalışamazsın. Hem kazandığın para okula yetmez, hem de sana ders çalışacak vakit kalmaz. Sen git yine İstanbul da bedava oku üniversiteyi sonra Amerika ya gider astrofizik master ve doktoranı orada yaparsın diyorlar.  Serap’ın da aklına yatıyor ve de toparlanıp geri gelmeye karar veriyor.


35. 1977, Evimiz Yıkılıyor


Kızımız Londra da çok çalışıyor, çok koşturuyordu. Onun işi azmış gibi, birde oraya  gidip, evini özleyen, dönmek isteyenleri Serap la tanıştırırlarmış. O sana yardımcı olur derlermiş. Hakikaten oda yardımcı olur onları gezdirir, eğlendirir ev bulmakta yardımcı olurmuş. Cumartesi, Pazar günleri boş günlerinde oda biraz gezmiş olur, ona da moral olurdu.  Bir arkadaşı kocası ile orada yaşarken, bir hataları olup mahkemeye düşmüşler,  o kadar moralleri bozulmuş ki Serap a,  ne olur bizimle gel diyorlar.  Serap da çalışma yerinden izin istiyor vermiyorlar,  ama o arkadaşlarına söz vermiş, ben size yardımcı olurum demiş, ne yapsın işten çıkıyor. Olsun bir kere söz verdi arkadaşlarına. Bir vakit işsiz kalıyor, parasız kalıyor. Kolay değilki saatlerin uyması eve yakın olması. Bayağı  işsiz kalmıştı o sıralar.

Başkalarına yardımcı olduğu gibi, ona da yardım edenler vardı. Master  yapan  bir arkadaşı  da hep yardım ediyordu  ona. Güzeldi bu arkadaşlıkları hepsi birbirine yardım ediyorlardı. Aynı Erenköy Lisesinde olduğu gibi bu okulu da hocasını da çok sevmişti. Arkadaşları hocaları da onu seviyordu.

O ilk gittiği evdeki dört kardeş, Pazar günleri hep beklerlermiş, Serap ablalarını. Anneleri Süheyla hanımda, Serap’a sevdiği yemekleri yapar, börekler açar sevinirlermiş Serap gelecek diye. Serap’ta ev hasretini giderirmiş Süheyla ablasının evinde, hele yaptığı yemekleri ne kadar severmiş. Evinden ayrılıp okumak için dış ülkelere gelenler ekseriya ev hasreti çekerlermiş. Bu yüzden okuyamadan dönen çok olurmuş. Serap’ın da zaman zaman bu sıla hasretini sezerdim yazdığı mektuplardan.  Ama o bütün gayreti ile bu duyguyu yenmeyi başarırdı.
Karlı bir havada çekilmiş resim. Agaçlardan pek görülmüyor.

Tam bu sıra verdiğimiz bir habere çok üzülüyor. Evimizi müteahhite vereceğimizi yazıyoruz. O kadar üzülüyor ki, dayanamıyor koşup geliyor. Evini bir defa daha görmek istiyor. Tam geldiği sırada üst kattan başlanmış yıkılmaya.  Serap’ın kapısı sokakta, duvara yaslanmış duruyor.  Üstünde bütün sevdiklerinin resimleri yapışmış. Nasıl ağlamasın. Hem ağladı hem geçmiş günleri düşünmeye başladık.
Ne güzeldi Erenköy sessiz sakin. Çamlar ağaçlar, çiçekler arasında sade beyaz köşkler vardı. 70’li yıllarda yavaş yavaş evler apartmana dönüşmeye başlamıştı. Şimdide sıra bizimkine gelmişti. Artık yeşillikler bitecek apartmanlar sıralanacaktı. Kaç kere teklif gelmişti, vermeyiz biz demiştik. Ama şimdi bütün etraftaki evler verince bizde vermek mecburiyetinde kaldık. Benim gençliğimde sokaklar boştu, ancak saatte bir otobüs geçerdi. Bir otomobilin geçse bakardık. Serap’ın çocukluğunda birde minibüsler işlemeye başladı. Onlarda tabii ana caddelerde. Yeşillikler arasındaki ara yollar yine boştu. Serap ta rahatlıkla gezerdi bisikleti ile. Sokağımızın, ana caddeden geçen otobüsün, minibüsün resmini çektik ama ağaçlar evimizi öyle saklamışlar ki resimde pek görünmüyor.
1977 Senelerinde Erenköy İstasyon caddesi böyle boştu. Ana caddeden saatte bir geçen  otobüs ve münübüs görünüyor.. 

Balkonuna baktı, kendi de, arkadaşları da, hatta öğretmenleri bile, ne çok severdi o balkonu. O zaman da lise senelerinde ki yaramazlıkları geldi aklına. Öğlen tatillerinde arkadaşları, Serap’ın odasına gelmek isterlermiş, oda yaramazdı, arkadaşlarını okulun duvardan atlatıp kaçırırmış. Kestirme yoldan gelmek için, komşularında bahçe kapısından girip duvarından atlatırmış. Maceralı bir yolculuktan sonra getirirmiş odasına. Çatı katında sevimli bir genç kız odası. Duvarları sevdiklerinin resimleri ile dolu. Bir köşede de gitarı, mandolini asılı. En sevdikleri yerde balkondu. Göz alabildiğine manzara  denize kadar görüntü. Balkonun hemen önünde yaş gününde açan akasya agacı. Beyaz  çiçekleri salkım salkım. İki kocaman dut ağacı. Göz zevkini bozacak hiçbir görüntü yoktu.   Fransızca hocasının verdiği sevgili kedisi bile burada oturmayı severdi. Arkadaşları ile biraz müzik dinler yine koşarlardı okullarına.
Balkonda oturmayı kedisi bile severdi.

O kattan dama çıkma kapısı vardı. Yazın okulunu özlerse oradan çıkar bakarmış. Evet okuluna bakarmış ama. Etraftan görenlerde korkarlarmış onu damda görünce. Ev yıkılacak diye kiracımızda çıkmıştı evden, ona da üzülmüştük. Bütün gelen kiracılarla da dost olurduk. Çok severdik onları. Bebeklik senelerindeki arkadaşlarından sonra da, bir yaşlı karı koca geldi. Serap kışın evde atlar zıplar, sonrada rahatsız ettim onları diye, minicik aklınla özür dilemeye gidermiş. Merdiven düştü gibi yalanlar uydururmuş. Ondan  sonra gelen kiracılarımızda şöyle idi.

İlkokul yılları idi, Serap'a gitar öğreteyim ama anneden hoca olmaz, bir öğretmen bulsam diyordum. Tam o sıra evimiz kiralık. Bir kiracı geldi. Anne, baba, gitar çalan bir kızları, saz çalan oğulları. Öğretmen ayağımıza gelmişti ne güzel tesadüf. Serap bu ablayı  çok sevdi, güzel çalışmaları oldu. Serap’ın  sesi de güzeldi hem çaldılar, hem söylediler. Arada bende havain gitarı ile eşlik ediyordum onlara. Birkaç sene güzel geçti ama, babalarının tayini çıktı. Çok üzüldük. En sonda emekli olan tek bir hanım geldi.  Senelerce hasta annesine bakmış, yeni kaybetmiş annesini üzgündü. Şimdi bir kedisi ile yalnız yaşıyormuş.  Annesinin hastalığında başından hiç ayrılmamış, hiç bir yere gidememiş. Şimdide kedisini bırakamıyormuş, biz kediye bakarız siz gidin bir yerlere dedik aman dünyalar onun oldu, ne kadar sevindi. Sonrada çok sevdik, candan bir dostumuz oldu. Doğum günlerimizde aynı imiş, biz onun içinmi bu kadar anlaştık diyorduk. Senelerce birlikte kardeş gibiydik Serap ta teyze gibi sevdi, çok güzel geçti günler. Ama şimdi ayrılık var, biz kiraya çıktık oda başka yere taşındı.

Evimiz yıkılıyor, hatıralar yok oluyor. Erenköy artık değişiyor.

34. 1976, Serap İngiltereye Gidiyor


Kızım İngiltere de okumak için hazırlıklarını iyice ciddileştirdi.  Onuncu sınıftan beri dış ülkelere nasıl gidilir, orada okurken çalışma imkânı nasıldır, hep sorar dururdu. Bütün bunları Fenerbahçe de toplanıp eğlenirlerken öğreniyordu. Hayat dersi vardı orda. Faydalanmasını bilene tabii. Serap ta orada kim nerede okuyor diye araştırırken,  İngiltere de lisan kurslarına, üniversite ye gidenleri bulur sorarmış. Bu şekilde orada yaşayan arkadaşlarından her şeyi öğreniyordu. Çalışmak para kazanmak imkânı var mı, ne işler yapılır. Bütün bunları öğreniyor banada anlatıyordu. Bu arada kendi gitmeyi düşünürken etrafındakileri de heveslendiriyordu. Para durumu için kendine şöyle dedik, biz sana ancak 3 aylık okul parası 3 aylık geçim ve ev parası artı yol parası verebiliriz.  Havalara uçtu, tamam sonra ben iş bulup çalışacam dedi. Londra’da gideceği dil okuluna kaydını yaptırdı, davetiyesini de aldı. Topladığı evraklar ile pasaportunu Ankara da Milli Eğitim Bakanlığına  kendi götürüp, işini takip etmesi lazımdı. İlk defa yalnız olarak Anakaraya gitti. İşlerini kolayca halledip geri dondu.

Biz böyle her şeyi ayarlarken, lise coğrafya öğretmeni, Serap ın bu maceraya atılmasına çok üzülüyordu. Kızımla bir birlerini çok severlerdi.  Kendinin Londra da akrabaları varmış,  onlara anlatmış, ilk geldiği anda karşılayıp, ev bulunca ya kadar kendine yardımcı olabilir misiniz demiş. Gayet olumlu karşılıyorlar. Bir gün öğretmeni geldi bize, durumu anlattı. Bu ne güzel bir haberdi. Serap ın gidişine çok üzülüyordu öğretmeni ama ileriki senelerde kendi oğlu da bu yolu seçmez mi. Her halde Serap’tan cesaret aldı, Serap ona örnek oldu.


1976 -- Topaloglu Ailesi, London
Gidiş günü geldi,  Serap’ı yolcu ettik. Üzülüyoruz ama hiç olmassa tanıdık bir aile yanına gidiyor, o bize büyük bir teselli oluyor. Londra da karşılıyorlar evlerine götürüyorlar, evde 4 kız. Serap’ı da sonradan o kadar seviyorlar ki 5. kızımız oldu diyorlar. Gidişinin haftasına evini buluyor.  Ayrılıyor onlardan. Ama ayrılamıyorlar. Birbirlerini çok seviyorlar. Hakikaten 5. Kızları gibi oluyor, her Pazar onlarda. Kardeş istemezken 4 kız kardeşi birden olmuştu. Kızlar küçük,  çok seviyorlar Serap ablayı. Hiç ayrılmıyorlar ablalarından. Biri  sağında, biri solunda,  biri kucağında diğeri sırtında. Bu durumda Süheyla ablasının bir teklifi oluyor. Bak seni çok sevdik, başka yerde oturacağına bizde kal. Serap da düşünüyor iyi hoşta, bu durumda nasıl ders çalışacak. Çocuklar onu bir saniye bırakmıyorlar ki. Kısa zamanda kendini sevdiriyor, çocuklar seviyor, arkadaşları, öğretmenleri seviyor. Yine Erenköy lisesindeki gibi elebaşı oluyor, Cumartesi Pazar günleri Hyde Parkta eğlenceler düzenliyor. Öğretmenleri bile katılıyor bu yaramazlık günlerine.


1976 -- Victoria School of English, London
İngiltere ye gidişi bundan 35 sene evveldi, o günleri nasıl hatırlıyorum.  Gittiği andan itibaren bize adım adım yazardı, uzun uzun anlatırdı. Bende o mektupları saklardım, ilerde okuruz. Roman olur senin bu mektupların derdim. İşte şimdi bana roman oldu, okuyorum canım sıkıldıkça, o kadar güzel, o kadar da enteresan anlatırdı ki, yanında his ederdik kendimizi. Bir de o yaşta bir kızın neler yapabileceği vardı o yazılarda. Her zorluğa göğüs gerişini izlerdik adım adım. Şimdi bu anıları yazarken de bana yardımcı oluyor o mektuplar. Dalıyorum yaşıyorum o günleri.

Kimi  gün neşeli, kimi gün arayış içinde. Okulu ile işinin saatlerini uydurmak istiyor. Kimi gün param idare ediyor biraz işten çıkayım diyor,  sonra parasız kalıyor iş arıyor,  bulamayınca ne yapacağını şaşırıyor.  İşler buluyor saatler uymuyor. Okulla konuşup sınıf değiştirecek. Müfettişlikten işler takip edilecek. Daima çözülecek problemler var başında, hep bir telâşe içinde. Birde şimdi Üniversite arıyor. Bagzı Üniversiteler A Lavel istermiş, yani hazırlık sınıfı, daha lisan öğrenirken sene kaybetmemek için hazırlık sınıfını da okumak istiyor. Bu seferde hazırlık sınıfının saatleri giriyor araya. Hadi  bir problem daha. Bir güne sığdıracak. Sabah 8-12 lisan okulu, 13-17 arası hazırlık, 18-24 arası işe gidecek. Ama 23 de eve dönmesi lazım. Evin kapısı 23 de kapanıyor, o zaman başka ev aranacak. Oradan oraya koşturuyor ne türlü. Her an bir problemle karşı karşıya. İş aramak,  gazetelerden bulduğu işlerin peşinden koşmak, o yaşta bir kızın kolay yapacağı işler değildi.  Yılmadan koşturuyordu. Bizde bu mektupları okurken kimi zaman üzülür, kimi zaman da gururlanırdık kızımızla. Her bir şeyi de bize yazar anlatırdı. Bizde aynı arkası yarın gibi, mektuplarını ne türlü merakla beklerdik. Telefon yoktu ki o senelerde, sadece mektuplar la olurdu haberleşmeler. Postacının yolunu beklerdik ne türlü..