77 San Diego, Kaliforniya, 1998

İki geceliğine San Diago’ya gittik. Kaliforniya’nın Pasifik kıyı şeridinin en güney ucunda, Meksika’ya sınır, çok sevimli bir liman şehri.

Buraya gelirken de yine her zaman yaptığımız gibi ana yolu bırakıp ara yollara saptık. 2 saatlik yolu bir günde geldik. Yol boyunca birçok sahil kasabaları vardı. Hepsini de görelim dedik. El Nino yüzünden sahile gelen foklarla resim çektik. Serap’ın en sevdiği kasaba Laguna Beach’de öğle yemeyi molası verip, sıra sıra sanat galerilerinin olduğu şirin sokaklarını gezdik. Dönüşte tekrar uğramak üzere ayrıldık.

Güneş batışına az kala San Diego’nun kuzey sahiline varmıştık, bu geceyi burada geçirmek için otel arayacağız. Ama ilk önce sahilde dolaşıp şöyle bir etrafa bakalım dedik. Tam güneşin batacağı an, Serap enteresan bir şey anlattı. Bir fizik olayı imiş. Güneş okyanustan batarken, en son anında, eğer hava çok temizse, yeşil bir ışık görünürmüş, bunu da en çok okyanusta seyreden kaptanlar görürmüş. Bazı seneler Güney Kutbunda da görenler olmuş. Bu fırsatı bulmuşun baksana. O anda yine etrafta çiçekler görmüş onlara bakıyordum ki, Serap’ın bağırması duydum - gördüm , yeşil ışığı gördüm. Bende göremediğim için çok üzüldüm. O akşamdan sonrada hep baktık ama bir daha göremedik. Serap la gezmek başka oluyor, her şeyi gösteriyor, anlatıyor, öğretiyor.

Pasifik okyanusunun dibindeyiz, gel git olayı çok geniş oluyor. Gece olurken denizin sahile gelmesini gördük. Gezip dolaştık, saatte bir gelip denizi kontrol ettik, daha ne kadar geldi diye baktık. Geniş bir kumluk olduğu için, denizin sahile gelişini rahatlıkla görüyorsun. Bu yöre hoşumuza gitti, gece oldu, birde hem eğlence, hem bir tabiat olayı inceliyoruz, burada kalalım dedik. Yemeğimizi yedikten sonra yine sahilde idik. Bir yerde de insanlar arabalarını sahile bırakmışlar. Arabaların yarısı denizde idi. Bu insanlar göz göre göre denize bırakmazlar ya. Denizin bu kadar yükselip içeri geleceğini hesaplayamamışlar. Şimdi gelince arabalarını denizde görecekler, ne yapacaklar diye güldük. Mağaza gezmeyi, alış verişi sevmiyorum, oralarda yoruluyor başım dönüyor, niye vakit öldürelim. Açık havada gezmek, tabiatı tanımak, etrafı seyretmek daha güzel.

Ertesi gün yine geze geze şehrin içine geldik, otelimizi bulup yerleştik, hemen etrafı gezmeye çıktık. Burası büyük bir liman şehri. Tam önünde, doğal bir mendirek gibi, güneyden kuzeye uzanmış Coronado yarım adası
körfezi Pasifiğin haşin dalgalarından
koruyor. Şehrin dillere destan iki eğlence yeri var, Deniz Dünyası ve Hayvanat bahçesi. Birini tercih edip gidelim dedik. Deniz Dünyasına girdik. Fok, balina, yunus balıklarının ayrı ayrı şovlarını seyrettik. Kutup ayılarına yapılmış buzdan dünyaları, yine ayrıca penguenlerin buzlu dünyalarındaki yaşantıları. Göl kenarındaki flamingolar, gezmekle bitecek gibi değil. Her biri ayrı bir güzel. Yaşadıkları ortamı tam olarak hazırlamışlar. Teleferiğe binip tepeden de seyrettik. Başka tarafları da tanımak için asansörle, dönen bir kulenin tepesine çıktık. Buradaki çocuklar ne kadar şanslı. Her şeyi yaşayarak öğreniyorlar. Hayvanların yaşantılarını, yemek saatleri, yatma saatleri, hepsi broşürler de anlatılıyor. Meraklı anneler, babalar da saatine göre çocuklarını gezdiriyor, yedikleri yemekleri, yatmalarını her şeyi inceliyorlar. Burayı gezmeyi biz bir güne sığdırdık ama çocuklu aileler, biz bir gün daha gelecez, nereye gitsek oradan ayıramıyoruz ki çocukları diyorlar. Çocuklar için her şey düşünülmüş, yoruldukları zaman da dinlenmek için kompüterler var, burada her şey öğretici. Kompüterde oyun oynasalar da öğretici. Bir CD leri var bende merak ettim oynadım. Zeka çalıştırıyor, İngilizce öğretiyor. Her CD başka şey öğretiyor. Ben bile sevdim vakit olsa daha da oynardım.

Deniz dünyasından çıkınca yorulmuşuz, bu sefer araba ile şehri dolaştık. Sonrada Serap bana, buranın en güzel otelini göstermek istedi. Coronado Oteli. Oraya da buranın en meşhur köprüsünden gidiliyormuş. Köprüden geçtik, paramızı ödemek istedi Serap, almadılar. Meğerse arabada 2 kişi olunca bedavaymış.

Hollywood filmlerinden tanıdığımız Coronado Otelindeyiz. Hemen sahil kumuna bitişik çok büyük bir dinlenme yeri. Buraya Marilyn Monroe oteli de diyorlar, hep filmlerini burada çekerlermiş. Her yer de Marilyn Monroe’nun eski hatıra resimleri var. İçi tamamen gıcır gıcır ahşap. Otelin içinde ayrıca bir de kış bahçesi var. Oturalım dinlenelim dedik. Sonrada içkilerimizi içerken, güneşin batışını seyrettik. Yemekten sonra da bara gittik. Etrafımıza baktık, yaş ortalaması 50, 60 gibi. Çalan müzikte tam o yaşa uygun nostalji idi.

Ertesi gün, gelirken göremediğimiz sahilleri görmek için vakitlice yola çıktık, biraz daha şehri gezdikten sonra, yolumuza devam. Sanatkarlar kasabası Laguna Beach’de tekrar durduk, orayı gezelim burayı derken, gece yarısı eve gelebildik. Pek güzel bir gezi idi, her saniyesi dolu 3 gün geçirdik.







76. Santa Monica


Sisli bir günde gidip gezemeden döndüğümüz Santa Monica ya tekrar gittik. Los Angeles’ın Pasifik sahilinde eğlencesi bol, çok sevilen bir semti. Denize uzanan geniş tahta iskelesinin üstünde yiyecek içecek satanlar, gösteriler yapanlar, hokkabazlar, müzisyenler, tam bayram yeri. En ucundaki Meksika lokantasında öğle yemeğimizi yedik. Sahil boyunca kuzeye doğru biraz gidip birde Malibu’yu görelim dedik.


Bu senenin El Nino olayı çok zarar getirdi Malibu’nun meşhur sahil evlerine. Televizyonda seyredip duruyoruz, dalgalar evlerin altından girip üstünden çıkıp eşyalarını, sonra evleri alıyor, derede, denizde yüzerlerken sahici ev olduğuna inanası gelmiyor insanın. Koca koca evler nasıl yüzüp gidiyorlar. Bu evler ahşap olduğu için böyle güzel güzel yüzüyorlar. Birde gidip yerinde görelim dedik.

Santa Monica’dan Malibu’ya giden sahil yolu dik dik yamaçlı tepeler. Bu dik yamaçlarda milyon dolarlık villalar. Çoğu Hollywood sanatçısının yaşadığı sakin yerler. Bayağı zarar görmüş olanlar var. Serap’la gezerken bakıyoruz, bir dahaki yağmurla bu evde kaymaya namzet diyoruz. Sahilin kumları tamamen gitmiş, sıra evlere gelmiş. Bu seneki El Nino görülmemiş bir afet getirdi. Önünde bir şey dayanmadı.

Aslında burada oturanlar zengin, zaman zaman zaten evlerini yıkıp yenilerini yapmayı isterlermiş. Şimdi sigortadan alacakları para ile yepyeni bir villa yapma şansı çıktı diye seviniyorlar bile.

Gece yemeğimizi yine Santa Monica da yiyip, gece halini, eğlencelerini görelim dedik. Araçlara kapalı, rengârenk ışıklı, pırıl pırıl yolun 2 tarafında lokantalar, yürüyüş yapılıyor, çeşitli şovlar seyrediliyor. Müzik dinleniyor. Burada senenin 12 ayında sokakta bu eğlenceler olurmuş. Buradaki çeşitli sanat mağazalarına bayıldım. Daha önce Universal Stüdyo’da görüp bayıldığım 3 boyutlu resimlerden burada da gördüm, Darıca’ya dönünce hemen yapmalıyım. Hele bir sanat mağazası gördüm, her gördüğüme bayıldım, epiği fikir aldım. Very nice, very nice, diye diye çılgınlar gibi dolaştım. Hakikaten beğendiğimi anladığı için, almasam da beğenmiş olmam, kadını memnun etti ve benimle çok alakadar oldu. Çiçekler ve çiçek tanzimi, küçük havuzu bana çok güzel fikirler verdi. Darıca’ya dönünce, terası çiçeklerle donatıp, birde şırıl şırıl suyu akan küçük bir havuz yapa cam. Şimdi bu motordan almam lazım.

Los Angeles da gece sokakta dolaşılan yerler sayılı imiş. Böyle birkaç yer hariç diğer yerlerde gece saat 6 dan sonra sokakta kimse yürümezmiş. O gece dönüşte, ne kadar dikkatli olsak bile, bir anlık yanlış yüzünden, kendimizi şehrin içinde bulduk. O güzel muhteşem binaların bulunduğu sokaklar bu kadar korkunç ve ürkütücü olamazdı. Sokakta yürüyen bir tek insan yoktu. Bizim gibi arabalıya bile tek tük rastlıyordun. Nasıl içinden kaçacağımızı bilemedik. Serap bana iyi oldu anne burayı da gördün işte, otobüslere binip gezerken sakın içine gidene binme dediğimi şimdi anladın mı dedi.

Başka bir gün de artistlerin oturduğu sokakları dolaştık. Burada yaşayanlar, ancak araba ile dolaştığı için sokaklarda hiçbir canlı yok, sessiz sakin. Yüksek duvarlarla çevrili, büyük bahçeler içinde, dışarıdan hiçbir şekilde görülmeyen malikâneler. Bekçileri ve köpekleri olan kocaman kapılar. Her yerde alışılmış olan yeşillik yerine, burada sade yüksek duvarlarla yarışan ağaçlar var. Ben çok güzel evler, villalar görecem diye beklerken bu duvarlar beni şaşırttı.
76

75 . Bende Üniversiteli Oldum



Serap’ın okulunu çok sevdim. California Institute of Technology, kısaca Caltech diyorlar. Evine de çok yakın, yürüyerek gidilecek gibi. Bazı günler gidiyorum okulun kantininde yemek yiyoruz. Madison’da göl kenarında yerken burada da her seferinde bir başka havuz başında yiyoruz. Her çeşit havuz var. Havuzun biri fıskiyeli, diğeri taşlı şelaleli, 2 tanesi de nilüfer çiçekli, kırmızı balıklı. Okulun bahçesi ayrı, içi başka güzel.

Buranın düğünleri gibi, okulun bahçesinde de birçok eğlenceler, kutlamalar yapılıyor. Yeşil çayırlar, ağaçlar, tenteler her yer süsleniyor. Havada balonlar uçuyor. Çalışmayı bildikleri gibi eğlenmeyi de biliyorlar. Her şeyin tadını çıkarıyorlar.

Bir gecede okulda konsere gittik. Fizik, kimya, biyoloji bölümlerinin öğrencileri bir taraftan da müzik eğitimi almışlar. 40`ların 50`lerin cazından çaldılar. Pasedena’nın gençleri, benim yaşımdakiler herkes orada idi. Birde ünlü piyanist çağırmışlar, çocuğa teşekkür ettiler. Çocukta esas ben teşekkür ederim, bu kadar ünlü bir okulda, bu kadar beyin gücü ile birlikte çaldığım için dedi. Mars’a roketi yollayan çocuk da aralarında idi. Nobel Ödülü alan 90 yaşındaki fizikçide dinleyici idi.

Caltech dünyanın en ünlü bilimcilerin, kâşiflerin olduğu bir teknoloji enstitüsü. Çocuğun dediği gibi bende Serap`ın sayesinde bu ortamda olmaktan gurur duydum.
















Serap beni geceleri de bilgisayar başında gezdiriyor. Bir gece bütün kış boyunca, Güney Kutup noktasında kalan çocuğun sayfasını açtık. Güneşin doğuşunu ve batışını seyrettik. Doğuşu ve batışı da saatler sürermiş. Güneşin doğacağı sırada gökyüzünde ki yıldızlar harika idi. Güney Kutbuna ait daha bir sürü resimler, videolar. Her şey beni şaşırtıyor ki ne türlü.

Bir gecede Serap’a mesaj geldi. Bu gece Amerikalıların Uzay Otobüsü, Rusların MİR Uzay İstasyonundan ayrılıyormuş. 3, 4 ay kadar orada kalan astronotları alıp Dünyaya dönüyormuş. İkisinin arka arkaya geçişi görülecekmiş. Görüntüleri aynı yıldız gibi, hızları uçak gibi. Dedikleri gibi, gökyüzünde onları aradık bulduk ve seyrettik. Ertesi günde televizyondan yere inişlerini gördük. Aynı uçak gibi tekerleklerini açıp yumuşak iniş yaptı.

O günlerde Uzay Otobüsü, hep gidip geliyormuş. Orada araştırmalar, çalışmalar devam ediyormuş. Bu uzay istasyonu nasıl bir yer diye merak ettim. Büyücek bir uçak gibiymiş. Bazı belgesellerde görürüz, uzay istasyonunda bozukluk olunca nasıl çıkıp boşlukta tamirlerini yapıyorlar.

Bir günde bilgisayarda Mars`a giden roketin inişini, orada dolaşışını seyrettik. Serap’ın yanında her gün, evde veya gezide, hep bir şeyler öğreniyorum. Bugünde, uzay Mir istasyonu ve Uzay otobüsü ile tanıştım. Burada bambaşka bir ortamdayım. Pek çok şeyi yaşayarak öğreniyorum. 

Geceleri bilgisayar başında nasıl vakit geçtiğini anlamıyoruz. Bilgisayar ile 1993 te tanışmıştım ama buraya geldiğim 1998 yılında daha iyi öğrendim. Karıştırınca da aman insan neler öğreniyor bilgisayarı da pek sevdim.

Serap’ın okulu ile evi arasında el sanatları ile uğraşan hanımların atölye ve sergi yeri diye kullandıkları bir ev var. Hep kapalıydı, açılsa diye beklerken bir gün, orada hanımlar gördük. Daha açılmamış ama yaptıkları ortada idi. Aman ne güzel şeyler yapmışlar. Sergi gibi gezdik, sonrada bir hanımla konuştuk. Benim maket evlerin resimlerini gösterdik. Çok beğendi, hemen içeri başka bir hanıma götürdü, oda koşarak geldi. Serap`la başladılar konuşmaya, Serap benim Türkiye’den misafir geldiğimi söyledi, hanımda bana hadi sizi Kaliforniya ya alalım dedi. Yaptığın ne varsa burada sergiliyormuşsun satılınca %75`i senin oluyormuş. Ben burada para kazanmanın yolunu buldum. Buraya vaktiyle gelmek varmış.

Burada her gördüğümü Türkiye’ye getirmeyi isterim ya, buda hiç fena fikir değil. Bizde de ne kadar marifetli hanımlar var, yapar yapar satamazlar. Böyle bir yer ne iyi olurdu.

Burada daha ne para kazanma imkânları var. Bir şirketin sadece zarflarını kapayacaksın, gazetelerin içine reklam sayfasını koyacaksın, evde oturduğun yerde kompüterde yazı yazacaksın. Daha buna benzer işler. Hepside pek kolaymış değil mi?


74. Los Angeles, Botanik Bahçeler

1998  Ocak ayı, El Nino fırtınası devam ediyor. Televizyon şiddetli yağmur geleceğini söylemişti. Aldırmadık gidelim, çok yakınımızdaki Los Angeles Belediyesinin Botanik Bahçesini dolaşalım dedik.
Dünyanın her bir yerinden getirdikleri ağaçlar,  çiçekler, kaktüslerin araştırma amaçlı olarak toplandığı  ve harika bir sunumu olan müze gibi bir park. Havuzlar, göller, ördekler, tavus kuşları, çok doğal bir ortam.

Birde tek başına olduğu için, insanlarla arkadaşlık yapmak isteyen bir horoz. Pazar olmasına rağmen yağmur yağacak korkusu ile hiç kimse gelmemiş. Koca park sade bize kalmıştı. Horoz pek misafirpervermiş,  koştu geldi yanımıza rehberlik yaptı bize. Kah önümüzde kah yanımızda adeta bize yol gösterdi, birlikte pek güzel dolaştık.  Ne kadar insancıl ne kadar cana yakınmış.

Gölbaşındaki sevimli beyaz evi de horozumuz tanıttı bize. Bahçesindeki kanepede dinlendik, etraftaki ağaçları çiçekleri inceledik, beğendiğimiz çiçeklerden de rahatça çaldık. Burada ve her yerde her şeye kıymet veriyorlar. Hangi ağaç,  hangi çiçek, nereden gelmiş, nasıl yetişir ne sever, ne sevmez. Hepsi hakkında bilgi veriliyor. Çok güzel bir gezi oldu. Sevimli horozumuza yanımızda verecek hiçbir şeyimiz olmadığı için özür diledik. Dönerken de adeta güle güle der gibi arkamızdan baktı. Yine gelirsek onu mutlaka görmek isteyeceğiz.

Başka bir günde Huntington Botanik Bahçesini gezdik. Burasıda bir botanik araştırma ve sanat merkezi. Sergilerin, konferansların olduğu çok ünlü bir kütüphanesi var.

1001 çeşit gül fidanı. Japon bahçesi. Avusturalya, Roma bahçeleri. Kaktüs bahçesi. İşte orada ben çılgına döndüm. Dikenli kaktüs sevmiyorum da buradakiler bir başka güzeldi.

Eve geldiğimizde Serap saymış, tam 24 eşit kaktüs çalmışım. Şimdi ben çalmışım diyorum ama benim veya daha benim gibi herkes in de kopardığı bir ufacık kaktüs denizde kum tanesi kadar ufak kalır.

Öyle büyük bahçeler, öyle büyük kaktüsler ki. Kırmızı, beyaz, pembe renkli kamelyalar. Her renkten açelyalar, Türkiye’de açelya yok mu diyeceksiniz. Buradakiler sokakta yetişmiş ağaç olmuşlar.

Camgüzelleri de burada sokakta yetişmişler. Buranın bütün çiçeklerine bayıldım, kıskandım. Her güzelliği kendi ülkeme taşımak
istiyorum. Bütün gördüğüm çiçek çeşidinden getirmek istiyorum.

Bütün topladıklarımı Serap’ın balkonunda suya koyuyorum, sonra nasıl getireceğim bilmem artık. Birçokta çiçek tohumu aldım. Burada bana bir çiçek hastalığı geldi.

O beyaz evler le çiçekler bir araya gelince, güzelliğine doyum olmuyor. Evlerin bu kadar güzel görünmesine sebep herhalde, çiçekler le süslenmiş olmasından. Daha evvelce de yazmıştım. Evlerini film çekenlere beğendirmek için süslüyorlar. Buranın geçim kaynağı bu süslü evler. Bu yüzden iyi para kazanıyorlarmış.

Bende dönünce maket evlerimi burada gördüğüm gibi,  hep çiçeklerle süsleyeceğim.

Bu gezdiğimiz Huntington parkında Avusturalya bahçesinde göl kenarında film çeviriyorlardı. Evlenme sahnesi vardı. Amerikan filmlerin de ekseriya düğünler hep çimenli bahçeler de olur.

Los Angeles’te  12 ayın  12  sinde kır düğünü yapabilirsiniz. Yağmur yağmadıkça kış  diye bir şey yok. Yalnız yazın sıcağından korunmak için beyaz tenteleri var. Lokantalarda da öyle kapalı salonun önünde üstü tente ile örtülü bahçeleri var. Ocak Şubat aylarında hep yemek için bahçede oturmayı tercih ediyor herkes. Yalnız geceleri biraz serin olduğu için birkaç yerde meşale gibi yanan ısıtıcılar var.

Japanese Garden Panoramahttp://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/c/c2/Huntington_Desert_Garden_Cactus_%28etc%29.jpg/512px-Huntington_Desert_Garden_Cactus_%28etc%29.jpgHuntington parkında da her yapılan şey öğretici. Birçok milletin ağaç türünü, çiçeklerini, bitkilerini tanıyorsun. Japon bahçesinin tanzimini görüyorsun. Bahçesinde evi vardı, içini geziyor adetlerini öğreniyorsun. Gül bahçesinde hangi gül nerede yetişir kaç çeşit gül var.

Kaktüs bahçesinde bu kadar çeşit kaktüs varmış diye şaşıyorsun. Bütün çöl bitkilerini buraya taşımışlar. Adeta burada bir çöl yaratmışlar. Aslında burası zaten çölmüş ya. Bugün ise bir cennet.

Senede 2 ay yağmur yağarmış, 310 gün ise damla yok. Bu kadar kurak giderken bile, bu yeşillik, bu çiçekler, çimenler nasıl bu kadar olur ki.



73. Los Angeles, El Nino fırtınası

Bir gün Santa Monica ya gidelim dedik. Los Angeles’ın Pasifik Okyanusu sahilinde şirin bir kasaba. Oradan da yine deniz kenarını takip ederek kuzeye doğru çıkacak, dönüşte de artistlerin evlerinin olduğu yerleri gezecektik. Yola çıktık bir sis bastırdı, gittikçe arttı sahile geldiğimiz de denizi göremedik. Dağlara çıkan okyanus dalgaları, üstüne basan sisle sinmiş yok olmuş. O sis tabii bana dokundu. Hemen kaçalım dedik. Yazık o kadar yola gitmişken deniz kenarında dolaşamadan, o güzel yerleri göremeden döndük.

Serap hiç görülmemiş bir hava olduğunu söyledi. Hakikaten de arkasından El Nino denen bir fırtına çıktı. Sene 1998, neydi o öyle, nasıl bir fırtına. Bizim oturduğumuz yeri değil de gitmek istediğimiz yerleri, deniz kenarlarını çok etkiledi. O sis altında sinen deniz, şimdide dağlara çıkıyor, sahildeki koca evleri alıp götürüyor. Dere kenarındakilerde taşan sularla sürükleniyordu. O muhteşem ahşap köşkler, televizyonda seyrederken benim maket evler gibi görünüyordu. Sahildeki evleri dalgalar ilk önce altından girip eşyaları, sonra da evi alıyordu.

 Hafta sonu bizde yine fırtına olacağını bile bile, denizin coşkusunu seyretmek için okyanus kıyısına, yalnız biraz daha ihtiyatlı olarak güneye doğru gittik. O dalgaların muhteşemliğini tarif edemem. Korkunç bir görünümdü. İmkan olup da bu dalgaları esas etkilenen yerlerden görebilseydik. Oraları trafiğe kapamışlar. Nasıl kapamasınlar. Yol diye bir şey kalmamış ki. Sonrada sokaklarda dolaşıp villaları seyrettik. Burada hep bahçe içinde müstakil evler, villalar, bir tek toprak yer göremezsin. Her yer yeşil, ulu ağaçlar, çamlar, palmiyeler, bazı yerlerde zeytin ağaçları, herkesin bahçesinde portakal ağacı.

Yalnız şehrin merkezi hariç. Orada da sayamayacağım kadar yüksek binalar, sadece iş merkezleri. Geceleri in cin oynuyor, çok ürkütücü bir yer oluyor.

Her aksam üstü Serap gelince bana hadi hazırlan çıkıyoruz diyor, gezecek o kadar çok yer var ki. Geziyoruz, sonra da her çıkışta başka lokantaya gidiyor, hep değişik yemekler yiyoruz. Ermeni lokantasında şiş kebap yedik, İtalyan lokantasın da pizza. İsveç lokantasın da bizden öğrendikleri topalak köfte. Sıra geldi Japon yemeklerine. Serap beni oraya götürmeye biraz korktu sevmezsem diye. Dur bakalım, senin yemeklerinin ucundan tadarım, zaten burada bir kişilik desen tepsi kadar tabakla geliyor 4 kişi doyar. Serap yosun çorbası istedi koca bir kâse geldi. İçinde olmayan yok. Deniz mahsulleri birde uzun makarna. Küçük kaseme suyundan aldım ağzıma diktim içtim. Durun görgüsüzlük yaptım sanmayın, onların adeti öyle, sofrada çatal kaşık yok ki. Makarnalarından da çubuklarla yemeye çalıştım. Bir tabakta çok değişik şeyler geldi ama onları sevmedim. Zaten içtiğim çorba beni doyurdu. Ne kadar faydalı bir yiyecek, tuz yok yağ yok, ekmek yok, sade vitamin. Hem de lezzetli ne türlü.

 Ayın ilk Pazarında burada bitpazarı kuruluyor, o kadar ünlü imiş ki, artistler bile oradan alış veriş yaparmış. Gittik gördük. Ahşap evimizi inşaat için boşaltırken attığımız her şey burada para edermiş. Herkes evinde kullanmadığı ne varsa getirmiş satıyor. Bazı paraya ihtiyacı olan da antikalarını getiriyor, onlar da kapışılıyor tabii. Birde Pazar günleri evinde kullanmadığı, kullanıp ta bıktıkları eşyaları garaj kapısına koyuyorlar, oda bayağı iyi müşteri buluyor.

Serap okulda iken ben sabahları yürüyüş yapıyor, her an bir yerde film çevriliyor onları seyrediyorum. Bedava otobüsle geziyorum. Yalnız buranın havasına hala alışamadım Ocak ayındayız pardösüsüz çıkılır mı? Evet ben pardösülü herkes ise şort ve tişörtle.

 Yol üstünde ev hanımlarının oturup iş yaptığı, sonra o becerilerini sergilediği bir yer gördüm, buraya gelsem, onların arasında bende bir şeyler yapar bir yenilik öğrenirim, hem de konuşmaya çalışırım dedim. Baktım şansa tamirde imiş. Orası açılıncaya kadar, benim de dönme zamanım gelecek.

Birde buranın köprüleri! Televizyonda görürdük, sayamayacağım kadar çok. O köprülerden yüzlerce gördüm burada. Bazı yerlerde 4 tanesi üst üste, birinin altından giriyoruz, ötekinin üstünden çıkıyoruz. Akıl alacak gibi değil trafiğine. Serap’a da şaşıyorum nasıl alışmış, nasıl buluyor yolları. Yollar dört, bazen de beş şerit. Hepsi dolu, bir tanesi boş. Biz hep o boş şeritlerden gidiyoruz. Ben de şaşırdım, bize bu iltimas neden diye sordum Serap’a, oda 2 kişiyiz de ondan dedi. Arabalarda 2 kişi gitmeye teşvikmiş.

72. Universal Studios, Hollywood

Los Angeles’a gelip de Universal Stüdyolarını gezmeden olmazmış, gidip görelim dedik. Aman neydi burası böyle. Her attığın adımda, her girdiğin yerde şaşkına dönüyorsun. Burası başlı başına bir şehir, herhalde birkaç gün gezsek bitiremeyiz. Bir sürü şovlar var, saatlerine bakarak bir plan yaptık. En görmek istediğimiz Su Dünyası. Onu beklerken baktık ki Kovboy şovu başlıyor, ona girdik. Ayni eski Western filmlerindeki gibi evler, arabalar, atlar. Kovboylar kavga etti, tabanca çekti, atlarla gösteri yaptı, sonrada hepsi öldüler.

Oradan çıktığımızda Su Dünyasının
önünde sıra birikmişti bile. Fazla beklemeden girdik. Açık hava tiyatrosunda yer bulup oturduk. Önümüzdeki dekoru anlamaya çalışıyoruz. Bir göl, ortasında da bir ada birtakım evler, büyüklü küçüklü, biraz yamuk, biraz çarpık. Ama sonradan anladık ki pek kıymetli imiş o evler. Dünyayı sular kaplamış çok az bir toprak parçası kalmış o evlerin kavgası imiş. Kimi kapıdan kimi pencereden çıkan bir takım korsanlar, rastladığı ile kavga ediyordu. Evleri kapışıyorlar. Damdan dama atlayanlarmı, bir halatla uçup karşıdaki evin damına çıkanmı, pencereden giren, kapıdan çıkan, takip edemeyeceğimiz kadar karışık bir trafik. Kim kime rastlarsa kavga, her yerde bir kavga. Nereye bakacağımızı şaşırarak ne olduğunu anlamaya çalışarak baktık kaldık. Tam bir aksiyon filminin içindeydik. Önlerde oturanlar biraz ıslandılar bu gölün üstündeki savaştan.

Oradan çıkınca Studio Turuna girdik. Her tarafı açık tramvayla bir tur, ay ne güzel binelim rahatça etrafı gezeriz dedik. Ne bilelim başımıza neler geleceğini. İlk başta hep bildiğimiz eski filmlerin, dizilerin çekildiği film setlerinden geçtik. Westernlerin çekildiği mahalle gibi yerlerin sokaklarından geçtik, pek güzeldi ama uzun sürmedi, aniden önümüze bir sel çıktı, birden coştu kabardı, baştan aşağı sularda kalmamız an meselesi idi. Herkes şaşkın kaçacak yer yok, ıslanacaktık ama nasıl olduysa bir anda kurtulduk. Arkadan bir tünele girdik. Ah orda başımıza gelenler. Güzel güzel giderken depreme yakalandık. Neydi öyle, ne şiddetli deprem, anide her şeyler yıkılıp dökülmeye başladı. Üstümüzden geçen köprüden uçan arabalar başımızın üstüne düşmeye ve yanmaya başladılar. Bir yanımızda onlardan kaçalım derken öbür yandan duvarlar üstümüze yıkıldı. Trenimiz durmuyor yoluna devam ediyordu. Bizi bu ortamdan kurtarmaya çalışıyordu ama, bu seferde ne o karşımıza çıkan ? King Kong, bütün dişlerini çıkarmış koca tırnaklı elini uzatmış hangimizi yakalayacak. Bağırış, çağırış. Depremdi, yangındı, bu en beteri idi. Evet insan bütün bunları rüyasında görse ne yapar, biz canlı canlı yaşadık.

Buraya geldiğimizden beri her şey bizi şaşırtıyor. Yolda yürüyoruz, önümüzde yürüyen bir aile bir anda yerden fışkıran sular arasında kalıyorlar. Nerde ne ile karşılaşacağız bilemiyoruz. Akıllanmadık herhalde, daha ne var araştırıyoruz. Bir yerden bağırılmalar duyuyoruz, yangında kalmışlar aman kaçalım buna da girmeyelim.

Öğle yemeğinden sonra Serap’ın en istediği “Geleceğin Teknolojisi Enstitüsü” binasının önünde kuyruğa girdik. Beklerken elimize verilen bilgilerde Enstitüdeki bir fizikçinin keşfettiği “zaman makinesi” deneyine gönüllü olarak katılmak için beklediğimizi anladık. Binaya girdiğimizde aynı üniversite gibi profesör ofislerinin olduğu koridorlardan geçtik, kapılarının üstünde hep ünlü fizikçilerin isimleri vardı. En sonunda da karanlık, büyük bir alana girdik. “Geleceğe Dönüş” filminin simülasyonu. Kapıda tembih ediyorlar, boyu 75cm den küçük olanlarla, kalp hastalığı olanlar arabaya binmesinler diye. Merak işte gel de binme. Alanda 8 kişilik arabalar vardı, onlardan birine bindik. Koltuklarımızın rayların üstünde olduğunu anlıyoruz, önümüzde direksiyonumuz var, ona sıkı sıkı sarılıyoruz. Bütün etrafımızı saran devasa bir sinemanın içindeyiz. Arabamız aniden hızlanmaya başlıyor, öyle bir hız ki, kalkarken koktuklarımız geriye gidiyor, arkamıza yapışıp uçmaya başlıyoruz. Aman hemze ne hız öyle. Zaman spiralin içinden geçip bir şehrin üstünde uçuyoruz, çarpmadığımız yer kalmıyor, sonrada saat kulesine çarpıp, içinden çıktığımızda buzul çağında buluyoruz kendimizi. Bir buz dağına çarpıp buzullar devriliyor üstümüze. Sonra bir şelaleye takılıp uçurumdan düşerken aniden geri geri gidip iyice geçmişe uçmuşuz, çok çok geçmişe, dinozorlar çağına. Dağların tepelerin aralarından kıvrıla kıvrıla ışık hızıyla uçuyoruz, her manevrada arabamız yana yatıyor düşmemek için direksiyona bütün kuvvetimizle sarılıyoruz, önümüze dinozor çıkıyor, bizi yutuyor sonrada ağzından püskürtüyor. Ani dönüşlerde çok sarsılıyoruz. Ama en sonunda da sağ salim geri dönüp arabamızdan çıkıyoruz.

Çok yorulmuş gibiyiz, yeter artık kaçalım buradan. Şimdi kendime şaşıyorum nasıl binmişim. Kaç sene evvelki halim, o zaman demek bayağı gençmişim.

Dışarı çıktık oh kurtulduk. Kendimizi şehrin yürüyüş yolunda bulduk. Geziyoruz, her mağaza birbirinden değişik, çok enteresan şeyler görüyoruz gezmeye doyamıyoruz. Yine beğendiğim bir çalışma, üç boyutlu resimler, tamam döndüğümde yapmalıyım bundan. Burası bütün eğlence mağazaların, restoranların bulunduğu bir yol, yemek yiyecek yer arıyoruz. Bu restoranları da nasıl anlatsam, hiçbir yerde görülmeyen dekorları var, yemek yerken nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Tavanda nerede ise sahicisine yakın bir uçak. Başka restoranda ne kadar çalgı aleti varsa duvarlarda asılı.

Şimdi bura da bir notum var. Benim buraya geldiğim 1998 senesi. Bu anlattıklarım bundan 15 sene evveli. Film setleri ve şovlar hep değişirmiş, kim bilir teknoloji bu kadar ilerledikçe daha ne şaşırtıcı şeyler eklemişlerdir.