73. Los Angeles, El Nino fırtınası

Bir gün Santa Monica ya gidelim dedik. Los Angeles’ın Pasifik Okyanusu sahilinde şirin bir kasaba. Oradan da yine deniz kenarını takip ederek kuzeye doğru çıkacak, dönüşte de artistlerin evlerinin olduğu yerleri gezecektik. Yola çıktık bir sis bastırdı, gittikçe arttı sahile geldiğimiz de denizi göremedik. Dağlara çıkan okyanus dalgaları, üstüne basan sisle sinmiş yok olmuş. O sis tabii bana dokundu. Hemen kaçalım dedik. Yazık o kadar yola gitmişken deniz kenarında dolaşamadan, o güzel yerleri göremeden döndük.

Serap hiç görülmemiş bir hava olduğunu söyledi. Hakikaten de arkasından El Nino denen bir fırtına çıktı. Sene 1998, neydi o öyle, nasıl bir fırtına. Bizim oturduğumuz yeri değil de gitmek istediğimiz yerleri, deniz kenarlarını çok etkiledi. O sis altında sinen deniz, şimdide dağlara çıkıyor, sahildeki koca evleri alıp götürüyor. Dere kenarındakilerde taşan sularla sürükleniyordu. O muhteşem ahşap köşkler, televizyonda seyrederken benim maket evler gibi görünüyordu. Sahildeki evleri dalgalar ilk önce altından girip eşyaları, sonra da evi alıyordu.

 Hafta sonu bizde yine fırtına olacağını bile bile, denizin coşkusunu seyretmek için okyanus kıyısına, yalnız biraz daha ihtiyatlı olarak güneye doğru gittik. O dalgaların muhteşemliğini tarif edemem. Korkunç bir görünümdü. İmkan olup da bu dalgaları esas etkilenen yerlerden görebilseydik. Oraları trafiğe kapamışlar. Nasıl kapamasınlar. Yol diye bir şey kalmamış ki. Sonrada sokaklarda dolaşıp villaları seyrettik. Burada hep bahçe içinde müstakil evler, villalar, bir tek toprak yer göremezsin. Her yer yeşil, ulu ağaçlar, çamlar, palmiyeler, bazı yerlerde zeytin ağaçları, herkesin bahçesinde portakal ağacı.

Yalnız şehrin merkezi hariç. Orada da sayamayacağım kadar yüksek binalar, sadece iş merkezleri. Geceleri in cin oynuyor, çok ürkütücü bir yer oluyor.

Her aksam üstü Serap gelince bana hadi hazırlan çıkıyoruz diyor, gezecek o kadar çok yer var ki. Geziyoruz, sonra da her çıkışta başka lokantaya gidiyor, hep değişik yemekler yiyoruz. Ermeni lokantasında şiş kebap yedik, İtalyan lokantasın da pizza. İsveç lokantasın da bizden öğrendikleri topalak köfte. Sıra geldi Japon yemeklerine. Serap beni oraya götürmeye biraz korktu sevmezsem diye. Dur bakalım, senin yemeklerinin ucundan tadarım, zaten burada bir kişilik desen tepsi kadar tabakla geliyor 4 kişi doyar. Serap yosun çorbası istedi koca bir kâse geldi. İçinde olmayan yok. Deniz mahsulleri birde uzun makarna. Küçük kaseme suyundan aldım ağzıma diktim içtim. Durun görgüsüzlük yaptım sanmayın, onların adeti öyle, sofrada çatal kaşık yok ki. Makarnalarından da çubuklarla yemeye çalıştım. Bir tabakta çok değişik şeyler geldi ama onları sevmedim. Zaten içtiğim çorba beni doyurdu. Ne kadar faydalı bir yiyecek, tuz yok yağ yok, ekmek yok, sade vitamin. Hem de lezzetli ne türlü.

 Ayın ilk Pazarında burada bitpazarı kuruluyor, o kadar ünlü imiş ki, artistler bile oradan alış veriş yaparmış. Gittik gördük. Ahşap evimizi inşaat için boşaltırken attığımız her şey burada para edermiş. Herkes evinde kullanmadığı ne varsa getirmiş satıyor. Bazı paraya ihtiyacı olan da antikalarını getiriyor, onlar da kapışılıyor tabii. Birde Pazar günleri evinde kullanmadığı, kullanıp ta bıktıkları eşyaları garaj kapısına koyuyorlar, oda bayağı iyi müşteri buluyor.

Serap okulda iken ben sabahları yürüyüş yapıyor, her an bir yerde film çevriliyor onları seyrediyorum. Bedava otobüsle geziyorum. Yalnız buranın havasına hala alışamadım Ocak ayındayız pardösüsüz çıkılır mı? Evet ben pardösülü herkes ise şort ve tişörtle.

 Yol üstünde ev hanımlarının oturup iş yaptığı, sonra o becerilerini sergilediği bir yer gördüm, buraya gelsem, onların arasında bende bir şeyler yapar bir yenilik öğrenirim, hem de konuşmaya çalışırım dedim. Baktım şansa tamirde imiş. Orası açılıncaya kadar, benim de dönme zamanım gelecek.

Birde buranın köprüleri! Televizyonda görürdük, sayamayacağım kadar çok. O köprülerden yüzlerce gördüm burada. Bazı yerlerde 4 tanesi üst üste, birinin altından giriyoruz, ötekinin üstünden çıkıyoruz. Akıl alacak gibi değil trafiğine. Serap’a da şaşıyorum nasıl alışmış, nasıl buluyor yolları. Yollar dört, bazen de beş şerit. Hepsi dolu, bir tanesi boş. Biz hep o boş şeritlerden gidiyoruz. Ben de şaşırdım, bize bu iltimas neden diye sordum Serap’a, oda 2 kişiyiz de ondan dedi. Arabalarda 2 kişi gitmeye teşvikmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder