72. Universal Studios, Hollywood

Los Angeles’a gelip de Universal Stüdyolarını gezmeden olmazmış, gidip görelim dedik. Aman neydi burası böyle. Her attığın adımda, her girdiğin yerde şaşkına dönüyorsun. Burası başlı başına bir şehir, herhalde birkaç gün gezsek bitiremeyiz. Bir sürü şovlar var, saatlerine bakarak bir plan yaptık. En görmek istediğimiz Su Dünyası. Onu beklerken baktık ki Kovboy şovu başlıyor, ona girdik. Ayni eski Western filmlerindeki gibi evler, arabalar, atlar. Kovboylar kavga etti, tabanca çekti, atlarla gösteri yaptı, sonrada hepsi öldüler.

Oradan çıktığımızda Su Dünyasının
önünde sıra birikmişti bile. Fazla beklemeden girdik. Açık hava tiyatrosunda yer bulup oturduk. Önümüzdeki dekoru anlamaya çalışıyoruz. Bir göl, ortasında da bir ada birtakım evler, büyüklü küçüklü, biraz yamuk, biraz çarpık. Ama sonradan anladık ki pek kıymetli imiş o evler. Dünyayı sular kaplamış çok az bir toprak parçası kalmış o evlerin kavgası imiş. Kimi kapıdan kimi pencereden çıkan bir takım korsanlar, rastladığı ile kavga ediyordu. Evleri kapışıyorlar. Damdan dama atlayanlarmı, bir halatla uçup karşıdaki evin damına çıkanmı, pencereden giren, kapıdan çıkan, takip edemeyeceğimiz kadar karışık bir trafik. Kim kime rastlarsa kavga, her yerde bir kavga. Nereye bakacağımızı şaşırarak ne olduğunu anlamaya çalışarak baktık kaldık. Tam bir aksiyon filminin içindeydik. Önlerde oturanlar biraz ıslandılar bu gölün üstündeki savaştan.

Oradan çıkınca Studio Turuna girdik. Her tarafı açık tramvayla bir tur, ay ne güzel binelim rahatça etrafı gezeriz dedik. Ne bilelim başımıza neler geleceğini. İlk başta hep bildiğimiz eski filmlerin, dizilerin çekildiği film setlerinden geçtik. Westernlerin çekildiği mahalle gibi yerlerin sokaklarından geçtik, pek güzeldi ama uzun sürmedi, aniden önümüze bir sel çıktı, birden coştu kabardı, baştan aşağı sularda kalmamız an meselesi idi. Herkes şaşkın kaçacak yer yok, ıslanacaktık ama nasıl olduysa bir anda kurtulduk. Arkadan bir tünele girdik. Ah orda başımıza gelenler. Güzel güzel giderken depreme yakalandık. Neydi öyle, ne şiddetli deprem, anide her şeyler yıkılıp dökülmeye başladı. Üstümüzden geçen köprüden uçan arabalar başımızın üstüne düşmeye ve yanmaya başladılar. Bir yanımızda onlardan kaçalım derken öbür yandan duvarlar üstümüze yıkıldı. Trenimiz durmuyor yoluna devam ediyordu. Bizi bu ortamdan kurtarmaya çalışıyordu ama, bu seferde ne o karşımıza çıkan ? King Kong, bütün dişlerini çıkarmış koca tırnaklı elini uzatmış hangimizi yakalayacak. Bağırış, çağırış. Depremdi, yangındı, bu en beteri idi. Evet insan bütün bunları rüyasında görse ne yapar, biz canlı canlı yaşadık.

Buraya geldiğimizden beri her şey bizi şaşırtıyor. Yolda yürüyoruz, önümüzde yürüyen bir aile bir anda yerden fışkıran sular arasında kalıyorlar. Nerde ne ile karşılaşacağız bilemiyoruz. Akıllanmadık herhalde, daha ne var araştırıyoruz. Bir yerden bağırılmalar duyuyoruz, yangında kalmışlar aman kaçalım buna da girmeyelim.

Öğle yemeğinden sonra Serap’ın en istediği “Geleceğin Teknolojisi Enstitüsü” binasının önünde kuyruğa girdik. Beklerken elimize verilen bilgilerde Enstitüdeki bir fizikçinin keşfettiği “zaman makinesi” deneyine gönüllü olarak katılmak için beklediğimizi anladık. Binaya girdiğimizde aynı üniversite gibi profesör ofislerinin olduğu koridorlardan geçtik, kapılarının üstünde hep ünlü fizikçilerin isimleri vardı. En sonunda da karanlık, büyük bir alana girdik. “Geleceğe Dönüş” filminin simülasyonu. Kapıda tembih ediyorlar, boyu 75cm den küçük olanlarla, kalp hastalığı olanlar arabaya binmesinler diye. Merak işte gel de binme. Alanda 8 kişilik arabalar vardı, onlardan birine bindik. Koltuklarımızın rayların üstünde olduğunu anlıyoruz, önümüzde direksiyonumuz var, ona sıkı sıkı sarılıyoruz. Bütün etrafımızı saran devasa bir sinemanın içindeyiz. Arabamız aniden hızlanmaya başlıyor, öyle bir hız ki, kalkarken koktuklarımız geriye gidiyor, arkamıza yapışıp uçmaya başlıyoruz. Aman hemze ne hız öyle. Zaman spiralin içinden geçip bir şehrin üstünde uçuyoruz, çarpmadığımız yer kalmıyor, sonrada saat kulesine çarpıp, içinden çıktığımızda buzul çağında buluyoruz kendimizi. Bir buz dağına çarpıp buzullar devriliyor üstümüze. Sonra bir şelaleye takılıp uçurumdan düşerken aniden geri geri gidip iyice geçmişe uçmuşuz, çok çok geçmişe, dinozorlar çağına. Dağların tepelerin aralarından kıvrıla kıvrıla ışık hızıyla uçuyoruz, her manevrada arabamız yana yatıyor düşmemek için direksiyona bütün kuvvetimizle sarılıyoruz, önümüze dinozor çıkıyor, bizi yutuyor sonrada ağzından püskürtüyor. Ani dönüşlerde çok sarsılıyoruz. Ama en sonunda da sağ salim geri dönüp arabamızdan çıkıyoruz.

Çok yorulmuş gibiyiz, yeter artık kaçalım buradan. Şimdi kendime şaşıyorum nasıl binmişim. Kaç sene evvelki halim, o zaman demek bayağı gençmişim.

Dışarı çıktık oh kurtulduk. Kendimizi şehrin yürüyüş yolunda bulduk. Geziyoruz, her mağaza birbirinden değişik, çok enteresan şeyler görüyoruz gezmeye doyamıyoruz. Yine beğendiğim bir çalışma, üç boyutlu resimler, tamam döndüğümde yapmalıyım bundan. Burası bütün eğlence mağazaların, restoranların bulunduğu bir yol, yemek yiyecek yer arıyoruz. Bu restoranları da nasıl anlatsam, hiçbir yerde görülmeyen dekorları var, yemek yerken nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Tavanda nerede ise sahicisine yakın bir uçak. Başka restoranda ne kadar çalgı aleti varsa duvarlarda asılı.

Şimdi bura da bir notum var. Benim buraya geldiğim 1998 senesi. Bu anlattıklarım bundan 15 sene evveli. Film setleri ve şovlar hep değişirmiş, kim bilir teknoloji bu kadar ilerledikçe daha ne şaşırtıcı şeyler eklemişlerdir.