10. 1942-46 Erenköy Kiz Lisesi ve Hastayım.


Kış geldi okullar açıldı, bende yeni okulum  Erenköy lisesine gitmeye başladım. Kadıköy’den birkaç arkadaşımla trenle gidiyordum. Okulumuzun adı Erenköy kız lisesi idi, ama Göstepe istasyonuna daha yakındı. Yalnız okula giderken trene yürümek, rüzgârlı günlerde istasyonda beklemek, Göstepede tekrar yürümek, bayağı zor oluyordu.
Erenköy Telli Kavaktaki köşkün merdiveninde ailece.
Teyzelerimden Türkan teyzem, Erenköy'e taşınmış. Bize de kendine yakın, çamlar arasında bir köşk bulmuş,  gelip gidip annemi kandırmaya çalışıyor. Annemde bir bakalım diyor, gidip bakıyor ki hakikaten çok güzel bir ev. Beğeniyor ve Erenköy de çamlar arasında, çok güzel kocaman bir köşkün 2. katına taşınıyoruz. Alt katta başka kiracı, üst katta da ev sahibi oturuyor. Evimiz yine kocaman 4 yatak odası, 2 kocaman salon. Bahçe ise önde çam ağaçları arkada çeşitli meyve ağaçları ,üzüm bağı, dut ağaçları, dönümler le bir bahçe.
Erenköyde ki bahçemizde arkadaşlar dut yerken.

Köşkün bahçesi çok büyüktü m üzüm bagı ve her çeşit meyva agacı vardı.
Bu sıra ablamda, Bursa da kendine iyi bakamıyor, hastalanıp geliyor. Celal ağabeyimde askerden geliyor, yine büyük ev lazım bize. Yalnız Celal ağabeyim bizimle fazla oturmuyor, Lüleburgaz da Kara yollarına Mühendis olarak gidiyor.

Erenköydeki evden okula gitmek benim için hakikaten kolay oldu. Çok severek gidiyordum okula. Okulumuzda çok güzeldi. Tarihcesi de şöyle. 1911'de Rıdvan Paşa köşkünde Numune mektebi adı altında açılıyor. 1916 yılında Erenköy İnas Sultaniye adı altında örgenime başlıyor. Cumhuriyetten sonrada, Erenköy Kız Lisesi adını alıyor. Topçu reisi Hacı Hüseyin paşa köşküde, son sahibi 5.inci  Muradın kızı  Hatice Sultandan alınarak, yatakhane  binası olarak kullanılıyor.
Esas bina yani okul olarak kullanılan bina, Dışarıdan bakıldığında İtalyan Şatolarını andırırdı. İçide harika güzeldi. Bütün duvarlar da Boy aynaları vardı. Salonları  heykellerle  süslüydü. Tavanlarda da avizeler. Saraylara yakışan birde merdiveni vardı.
Bugünki Erenköy lissi  1911 de Rıdvan paşa köşkünde
Numune mektebi adı altında açılıyor.

Yalnız bu güzel okulda ben, sağlıksız bir talebe oldum. Kadıköyde dr Müfide hanımın tedavisi altındaydım. Boronşit olmuşum. Biraz iyileşip okula gidiyor, üç  gün sonra yine ateşlenip yatıyordum. Bu böyle tekrar tekrar devam etti. İyileştim dedim gittim, ateşlenip geldim. Annem baktı olmayacak, ben okuldan vazgeçemedikçe iyileşemeyeceğim, okuldan kaydımı aldı. Bu sene yatacan okul yok artık, iyileş seneye gidersin dedi. O seneler de Erenköyün  havası meşhur, en güzel havalı yer ki, hemen yakınımızda  Sanatoryum var . Biz ablamla ikimiz birden hasta, Annem üstümüze titriyor, zayıf ve iştahsızız bize yedirmeye çalışıyor. Ablam bu ara yine boş durmuyor, evde oturduğu yerde bir iş buluyor. Filimlerin yazılarını yazıyordu. Bende  ona yardım ediyordum. Ertesi sene kış geldi okullar açıldı, ben artık iyileşmiştim,  tekrar kayıt oldum, okula başladım. Arabayla gidiyordum rahattı gidişim. Ama yinede arada hastalık bırakmıyordu yakamı. O kış ta öylece geçti.
Okulda 2. ci senemdi çok üzücü bir durum  oldu.

1945  senesi bir kış gecesi, okulumuz yandı. O güzel binamız yandı. O sıra binada olan leyli talebeler büyük korku geçirdi. O şoku atlatmaları bayağı zor oldu.
Sonraki günlerde, dağınık bir şekilde öğrenim gördük. Kimi sınıflar yatakhane binasına kimide, yakınındaki orta okula taşındı. Bahçede küçük sevimli fizik Laburator binası  vardı ,bir daha oraya gitmediğimize göre orası bile sınıf oldu. Bende  Orta Okulda çalışkan, sevilen bir talebe idim hocalar tarafından ne kadar seviliyordum, ne olmuştu bana. Hastalıklar bırakmıyordu beni. Bu yüzden burada, sessiz, sakin, vasat bir talebe olmuştum. Şöyle böyle derken okul bitti. Bizim zamanımızda,  lise bitince bakalorya denen bir imtihan olunurdu, onu veren istedigi üniversiteye girebilirdi. Bende ilkokulda öğretmen olsam derken, sonra mimar olmayı istedim. Beylerbeyinde evin bahçesinde, tahtalarla ev yaparken bile onu düşünürdüm. İkisinide olamadım. Aslında oldum, ev yapamadım ama ev maketleri yaptım. Maket evlerimi gören mimarlar, biz bile yapamayız bu maket evleri diyorlardı.  Öğretmende oldum. Birçok sanat dalında, çok insana pek çok şey öğrettim. Bu yaşımda bile hala öğretiyorum.

Evet bundan sonra yazacaklarımı, o devirdeki yazılan Türk romanlarına benzeteceksiniz. Güzide Sabri, Kerime Nadir romanlarındaki gibi. Her evde gencin biri Verem olurdu. O senelerin kaçınılmaz hastalığı idi.
Benimde bir gün bahçede ders çalışırken, birden bire, ağzımdan kan geldi. Kırmızı gelinciklerin arasına, bende bir gelincik kondurmuştum. Ama romanlardan yabancısı değildim. Ne olduğunu anlamıştım. Bende hastalanmıştım. Şaşırdım, bir vakit oturup kaldım, kafam durmuştu. Ne yapacağımı bilemedim. Tabii sonra anneme koştum. Annemde şaşırmıştı. Oda bir an düşündü, çabuk toparladı kendini. Hadi hazırlan dedi. Sanatoryum yakındı. Bir anda kendimizi hastanede bulduk, sanki çabuk gidersek hemen İyileşecektim. Doktor muayeneden sonra, yatıralım ve tedaviye başlayalım dedi. Verem hastalığı, o senelerde ölümcül bir hastalıktı. 100 de 80 ölünürdü. Yalnız bir tedavisi vardı, eğer  o tedaviyi kabul ederse ciğerim, 100 de 20 gibi iyileşme imkânı olurmuş. Bakalım benim ciğerim bu tedavi yi kabul edecek mi?
Sanatoryoma yattım ertesi gün anlaşılacak.