44. 1983, Amerikada Doktora Yılları


Evvel zaman içinde yazı dizimde, yaşam hikâyemi anlatırken, bir yandan da sizi 30’lu yıllardan 80’li yıllara kadar getirdim. Evvela kendi hayatım, sonra kızımın doğumu, büyümesi, İngiltere deki hayat mücadelesi. Şimdide, üniversite  bittikten sonra Amerika’da ki doktora yılları. Arkadan  Antarktika Güney Kutup noktasında ki  astrofizik araştırmaları. Bilim için çalışmanın yanında, hepside helecan macera dolu bir yaşam.

Kızımız Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümünü bitirdi, doktora yapmak içinde Amerika ya gitti. Delaware Üniversitesinden asistanlık bursu kazanmış, artık akademik hayatta bir yol çizmişti  kendine. İlk okuldan beri hiçbir fazla masrafı olmamıştı. Orta, lise, hatta üniversite de bile paralı okumadı. Harcamaları da fazla olmazdı. Marka meraklısı değildi. Çok şeyini ben diker, hırka ve bluzlar örerdim. Çarşıya bir şey almaya çıkardık, hiçbir şey beğenmez biz yine sandık karıştıralım derdi. Anneannesinden, babaannesinden kalan elbiseleri eski kumaşları daha çok severdi. Aslında onlar daha hakiki ipek kumaşlardı. Onları kendi arzusuna göre düzeltir dikerdim. Kendine göre bir giyim tarzı vardı. Yine bir palto arıyorduk beğenip alamadı, evdeki anneanneden kalma bir palto gördüklerinden daha güzeldi. Bütün üniversite senelerini onunla geçirdi. Paltoyu beğenen olursa da, anneannemin paltosu idi diye övünürdü. İngiltere de anlamışlardı o kumaşların kıymetini. Amerika’ya giderken de yine benim diktiğim ve ördüğüm giysilerle gitti.

Yine ayrılık, yine mektuplar. Serap`ın bu günlerini hatırlamak için, 1983 senesinde yazdığı mektuplar çıktı ortaya. Elimde görenler nasıl sakladın diye şaşırdılar. Aman nasıl sevindim sakladığım için. Neler hatırlatıyor o mektuplar bana. Serap`ın Amerika ya gidişi, hayatı yanında, bizim de 1983 te renkli televizyon aldığımızı, Koyun Adasındaki evin temelini bu sene attığımızı. Daha telefon sıramızın gelmediğini. Yazdıgı bir mektupta ah anne sizinde bir sıranız gelse de telefon alsanız, ara sıra da telefonla konuşuruz diyor. Telefonla konuşmayı istiyor ama niye her zaman değil?.  Ara da teyzesine gidiyorduk, bize oradan ettiği telefonun 5 dakikası 5 dolar olduğu nu söylüyordu. O zaman asistanlık parasını idareli kullanması lazımdı. 5 dakikası 5 dolar pahalı idi. İngiltere deki hayatı, çalışıp okumak ona idareli olmayı öğretmişti.

Evet Amerika’ya gitti, yeni bir ülke, yeni bir okul. İlk başlarda gittiği yeri pek yadırgamıştı. 30 bin nüfuzlu ufak bir üniversite kasabası. Yolda yürüyen herkes birbirine güler yüzle selam veriyor. Sokak da Serap’ın ciddi süratini görenler  “bugün niye gülmüyorsun” diye şakalar yapıp onu güldürmeye çalışırlarmış. İstanbul gibi büyük bir şehirde doğmuş büyümüş, Londra da gezmiş, şimdide bu ufak yerde ben nereye geldim diye şaşırmış. Buraya gelmesinin nedeni  Boğaziçi senelerinden beri  buradaki bir profesörü kafasına takmasındandı.  Aslında o ilk önce konusunu seçmiş sonra kim bu konular üstüne ilginç araştırmalar yapıyor diye araştırmış, bu profesörü bulmuştu. Ama buraya gelince isler değişti. Bu profesör çok ünlü, her konferanstan davet alıyor,  konuşmalar vermeye gidiyor. Hem ortalarda yok hem de çok zor öğrenci kabul ettiğini söylüyorlar. Serap bu sözlere bakmayıp, o profesöre kendini kabul ettirmeyi başarıyor ve birlikte çalışmalara başlıyor. En istediği şeyi başarmıştı artık, çok mutlu idi.

Arkadaşı ile Washington'da
Bir yandan ders ver, öğrencilerin ödev ve sınav kâğıtları notla, bir yandan kendi derslerinin ödevleri, sınavları, çok vaktini alıyor başka bir şey yapmasına zamanı kalmıyordu. Bölümdeki doktora öğrencileri hep birlikte dolaşıyorlar, birlikte yiyorlar, çok kaynaşmış bir arkadaşlıkları vardı. Mezun olup giden öğrenciler eşyalarını yeni gelenlere bırakırmış. Serap da hep verilenlerle mutfağını tamamladı.  Tatillerde araba ile biraz uzaklara gidiyorlar, etrafı tanıyorlar. Yeni yerler gördükçe, etrafın güzelliğini, temizliğini nasıl hayranlıkla anlatıyordu. Hele bahardaki kır gezisini. O ağaçların çiçek açtığı zamanki güzelliğini, her tarafın çiçeklerle donandığını, havanın mis gibi koktuğunu, kuşların cıvıltısını anlatmakla bitiremiyordu. En çok şaşırdığı da ilk defa Atlantik Okyanusunu gördüğü gün olmuş. Uçsuz bucaksız sahiller, bembeyaz kum ve hırçın dalgalı bir deniz. Bütün sahiller herkese açık, bütün sahiller halkın. İstanbul da sahillerin  özel yalılar, kulüplerle  kapanmış olmasına çocukluğundan beri çok kızardı. Simdi burada uçsuz bucaksız kumlu sahili  bulunca Amerika’yı hemen sevdi. Yorucu bir hayatı vardı ama memnundu.