58. Antarktika Maceraları

Serap Tilav Güney Kutup noktasına giden ilk Türk kadını oluyor. Hürriyet Gazetesinin Amerika şubesi Serap ile kontağa geçip, röportaj yapmak istiyorlar. Tam o sıralarda yine bir Türk bilim kadını Kuzey Kutbuna en yaklaşan Türk olmuş. İki Türk bilim kadınının başarılarını Dünya Kadınlar Günü için özel bir yazı dizisinde anlatmayı tasarlamışlar. New York’a röportaj için davet edildiler. İki maceracı bilimcilerde böylece birbirleri ile tanışmış oldular. Röportajdan sonra Serap bize telefonla bildirdi. 9 Mart 1992 günü Hürriyet gazetesi almamızı söylüyor. Kızımızın macerasını gazetede okuyoruz. Gidip geldikten sonra bize telefonda anlatamadığı her şey orada yazıyordu. Beş gün üst üste çıkan detaylı bir yazı dizisi idi. Bizde çok zevkle okuduk, gururlandık.

O günü akşama kadar telefon susmadı, okuyan bizi arıyordu. Herkes in pek hoşuna gitmiş. Serap`ı kutluyor başarısının devamını diliyorlardı. Daha sonrada Türkiye’ye geldiğinde Star TV’nin Anahtar programında röportaja çıktı. O gece televizyondaki konuşmasında da, sorulan soruya, Dünya ya döndüğümde diye başlamıştı. Evet her fırsatta oranın hiç dünya ya benzemediğini anlatıyordu.

Ama her şeye rağmen daha senelerce gitti, şimdiye kadar 15 Antarktika seferi yaptı. Kimi zaman rahat kimi zaman da bayağı zorluklarla karşılaşıyordu, her seferi değişik bir macera idi. Bizde o gidip gelinceye kadar merakla ondan haber bekliyorduk. İlk gidişlerinde iletişim çok zordu. Sadece haftada bir, Pazar günleri tek yönlü telefonlardan edebiliyordu. O zaman da ancak birkaç kelime konuşabiliyorduk. Mektup veya bir kart atsa ancak 2, 3 ay sonra elimize geçiyordu. İleriki senelerde bu haberleşmeler biraz daha rahatladı. Eskimiş Amerikan askeri uyduları Antarktika’ya iletişim servisi yapmaya başladı, Güney Kutbuna internet geldi. Kutuptan uydular göründüğü sürece telefonla konuşulabiliyor, günde 12 saate kadar iletişim sağlanabiliyordu.

En heyecanlandığımız günlerde dönme günleri idi. Hem orasını çok sevdiği için, hem geride bıraktığı arkadaşlarından ayrılamadığı için hep son uçağa kalıyordu. Şubatın ortaları oluyor, Güney Kutbuna kış yaklaşıyor, rüzgârla -70 dereceye düşlen ısılar görüyorlardı. Eğer hava bozarda uçak onları almaya gelemese, 9 ay orada kalırsa, ne yapar diye çok meraklanıyordum. Kışın orada kalan 8 fizikçi arkadaşları için bile üzülüyordum. Düşünemiyordum o karanlık diyarda nasıl geçer 9 ay. Serap`ın anlattığı, orada kalan arkadaşları için, güneşin batışı büyük bir olay, doğuşu ise düğün bayram oluyormuş. Kışın ise Aurora seyretmek en büyük eğlenceleri oluyormuş. Çektikleri bir videoyu seyretmiştim, bu kadar güzel bir tabiat olayı olamaz. Kutuplara yakın bölgelerde görülen, mavi, yeşil, mor ışıltılı dans eden bulutlar gibi olağan üstü bir gökyüzü olayı.


Çalışmaları sırasında birçok zorluklarla karşılaşıyordu, ama başlattığı bu projenin peşini bırakmıyor, bütün güçlüklere göğüs geriyordu. Her gidişinden sonra çalışmalarından dolayı kendine madalyalar teşekkürler veriliyordu. 2005 senesinde ise Antarktika’da bir dağin tepesine kızımızın onuruna Tilav Cirque ismi verildi. Transantarktik dağ zincirinin başlangıcı olan, bir çok buzul nehrinin denize ulaştığı, kıyıya yakın bir bölge. Bölgedeki dağların tepeleri buzulların oluşturduğu çanak şeklindeki alanlara dönüşmüş. Bu alanlara coğrafyada Cirque denirmiş. Dört tane yan yana çanaklardan her birine, kızımızın ve üç astrofizikçi arkadaşının adının verilmesinden bu çalışmalarının ne kadar değerli olduğu anlaşılıyordu.

57. Antarktika’dan Dönüş

Adelie penguenleri, 1992 Şubat McMurdo
Güney Kutbu’ndan McMurdo’ya uçuşumuz ilginçti. Gelirken getirdiğimiz yiyeceklerin yerine bu sefer siyah siyah garip variller vardı. Sordum nedir bunlar diye. Meğerse bütün insan dışkılarını ve dönüşüm atıklarını geri götürüyormuşuz. Hepsi tekrar Amerika’ya uçuyorlar.

McMurdo’ya indiğimizde gözlerimize inanamadık. Gelirken üstüne indiğimiz buzlar çözülmüş, masmavi deniz olmuştu. Suratımıza çarpan nemli hava ve oksijen tekrar bizim dünyada olduğumuzu hatırlattı. Bir aydır oksijensiz yaşadıktan sonra burada kendimizi kuş gibi hissedip yürümek yerine koşuyorduk. Hava bozuldu, bizi Yeni Zelanda’ya götürecek uçak gelemedi, 5 gündür buradayız. Pek de iyi oldu. Uzun yürüyüşler yaptık, tepelere tırmanıp manzara seyrettik. Denizde Orka denen siyah-beyaz balinalar gördük, hemen sahile koştuk. Bir baktık ki balinalardan kaçan penguenlerde teker teker sahile atlıyorlar. Ama ne yazık ki bir kaç tanesi gözümüzün önünde balinalara yem oldu. Penguenlerle birlikte sahilde oturduk ama 5 m den fazla yaklaşmamız yasak. Ama onlar çok meraklı, üstümüze geldiler, bizde sessizce seyrettik.

 Uçağımız geldi, ve de Antarktika’ya veda ediyoruz. Seneye tekrar gelmek üzere ayrılıyoruz. Sekiz saat sonra Christchurch’e indik. Şubat ayı, yazın en sıcak günleri. Bir ay kokusuz yaşadıktan sonra çiçeklerin kokuları başımızı döndürdü . Bembeyaz bir dünyadan sonra yeşiller, kırmızılar, morlar her şey daha bir başka görünüyor. Üstümüzdeki ağır giysileri teslim ettikten sonra şehre indik. Sokaklarda bile yürümeyi unutmuşuz. Karşıdan karşıya geçerken hiç arabamaymış, trafik ışığıymış fark etmeden yürüyüp geçiyorduk. Kornalar çalmaya başlayınca aklimiz başımıza geldi. Yine hemen bir park bulup kaçtık kalabalıktan. Çimlerin üstünde uyuyup kalmışız. Uyandığımızda hava kararıyordu, o da bir garip duyguydu. Geceyi bile özlemişiz, sevincimizden çığlıklar attık, yıldızların çıkmasını bekledik.
1992 Şubat McMurdo

Ertesi gün grup grup herkes kendi yoluna ayrıldı. Antarktika’da 3 ay çalışanlar biriktirdikleri para ile 9 ay dünyayı dolaşıyorlar. Biz bilimciler onlara pek imrendik. Hiç olmazsa bizde 10 gün kaçamak yapıp Yeni Zelanda’nın güney adasından kuzey adasına kadar araba kiralayıp gezerek gidelim dedik. Hiç bir plan yapmadan önümüze neresi gelirse oraya gittik. Geçtiğimiz yerlerin güzelliğini, ilginçliğini anlatmak satırlara sığmaz. Fiyortlar, tropik ormanlar, çöller, kükürtlü suların fışkırdığı pis kokulu alanlar, ışık veren tırtılların sarktığı mağaralar. Yeni Zelandalıların misafirperverliklerine de şaşırıp kaldık. Otel olmayan yerlerde kendi evlerini açtılar bize. 5 gün sonra Auckland’a vardık, Hawaii’ye uçuyoruz ama aklımızda burada kaldı.

Hawaii’nin tropik yağmurları ve kalabalıklığı iyice garip geldi bize. Yine kaçtık zümrüt yeşili dağlara. Tavus kuşlarının saldırısına uğradık, istemediler bizi kendi doğal yerlerinde. Adanın kuzeyindeki dev dalgalarda sörf yapanları seyrettik, güneyinde de tüple denize dalıp tropik balıklarla yüzdük.

10 günlük tatilimiz bitti, çok güzeldi ama bizim bilimci beynimiz yine de araştırmalarımızın başına dönmeyi istedi. Fazla ayrı kalamıyoruz en sevdiğimiz işimizden.

56. Güney Kutbunda Yaşam

Kızımın Ocak 1992 de Güney Kutup noktasındaki yaşamını ve çalışmalarını bize anlattığı gibi kendi ağzından size aktarmaya devam ediyorum.
.....

Artık buradaki ortama ve yaşama iyice alıştım, bir sürü yeni bilimciyle tanıştım, bir kaçıyla çok iyi arkadaş oldum. 1970’lerden beri burada yapılan araştırmalar hep atmosferle, güneşle ilgili imiş. Buradaki atmosferin bu kadar kuru olduğunu, bu yüzdende astronomiye çok elverişli olduğunu keşfeden bilimciler, 80’ler de astronomiye başlamışlar. Kışın 6 ay hiç aralıksız karanlık. Tabii ki astronomi için harika bir yer. Bir kaç değişik teleskop var dışarıdaki barakaların içinde. Bütün kışı burada geçirecek operatör ve gözlemcileri eğitmek için gelen astronomlar var etrafta. Çok eğlenceli bir İngiliz grubu var, kozmik ışınlar üstüne araştırma yapıyorlar.

Bizim grup başkanımızda yeni bir teleskop inşa etmeye başlatmış 2 sene önce. Bu sene artık bitmiş gibi duruyor, benim de işim o teleskoptan gelen sinyallerin kompüter tarafından okunmasını sağlayacak programı yazmak. İngiliz grup da kendi deneyleri için program geliştiriyorlar, onlarla birlikte oturup her iki deney içinde birlikte kafa yoruyoruz. Benim yanımda iki mühendis, birde genç üniversite öğrencisi var bizim teleskop üstünde uğrasan. Onlar dışarıda teleskopu döndürmeye çalışırlarken bende içeride sinyal kabloları, onları okuyacak dijite edecek elektronik aletler ve de o aletleri anlayacak, dataları yazacak kompüterle boğuşup duruyorum.

Çok çalışıyoruz. Vaktimiz çok az, bu işlerin bitmesi, teleskopun dönmesi, programların yazılması lazım. Burada kalma iznimiz Ocak sonuna kadar, son uçak Şubat başında. Çok çalışıyoruz ama yatmadan evvel bara uğrayıp stres atmayı da ihmal etmiyoruz. Bilimciler dışında esas burada çalışan, hayatımızı, rahatımızı sağlayanlarla ancak barda kaynaşıyoruz. Onlarda bara gelen bilimcileri çok seviyorlar, hep merakla sorular soruyorlar. Bar çok karanlık bir oda, arada bir böyle karanlık iyi geliyor. Dışarıda güneş her an tepemizde dönüp duruyor. Barın içinden başka bir odaya geçiliyor, daha da karanlık bir oda, orası fotoğraf baskı odası. Bir kaç kişi toplandık bilen birinden siyah-beyaz basma dersi aldık. Geçen gün kendi çektiğim resimleri kendim bastım, çok zevkli oluyor.

15 Ocak gibi güneş iyice alçalmaya, hava hissedilir derecede soğuma başlar diyorlardı, öyle oldu. Rüzgarın etkisi ile de -40 dereceye iniyor. Bir kaç gün süren bir fırtına oldu, dışarı çıkıp çalışamadık. Bir yandan zaman kalmadı diye panik içindeyiz, bir yandan da dönüş yolculuğumuz için planlar yapıyoruz. Adadan adaya atlayarak gidelim diyoruz. İlk önce Yeni Zelanda sonra Hawaii adasını dolaşacağız. Aslında bu hayatı çok özleyecem. Esas hayat işte böyle olmalı. Ne para kavramı, ne anahtar kavramı, ne de polis kavramı olan bir yaşam sistemi.

Teleskop dönmeye başladı, benim programda işliyor. Kışı burada geçirip bizim deneylere bakacak teknisyeni eğitmeye geldi sıra. 9 ay erişilemeyen bir yerde, yalnız başına bütün bu aletleri çalıştırmayı becermesi lazım. Projenin başarısı birazda onun elinde. Ben gidip özellikle bozuyorum aletleri, gel bakalım bunları düzelt diyorum, öyle öğretiyorum. Çocuk bir seferinde yüreğime inecek korkudan dedi. Her şey tıkır tıkır işlemeden burayı terk etmek yok diyor.

Dönüş günü geldi. Hüzünlü bir gün, çok sevdim bu hayatı. Arkamızda 21 arkadaşı bırakıyoruz, 9 ay kendi başlarının derdine kendileri bakacaklar.

Herkes pasaportuna damgalar basıyor, geliş dönüş günlerini belirleyen, hatıra niyetine geçen damgalar var. Sonrada müdüre gidip imzalattırıyorlar, hani biz buradaydık demenin ispati gibi. Bende bastım damgaları, 35 gündür buradaymışım. Günleri saymayı, tarihleri tamamen unutmuşuz. Müdüre verince pasaportumu şöyle evirdi çevirdi, hiç bu pasaporttan görmedik galiba biz burada dedi. Buraya gelenlerin çoğu Amerikalı bilimciler, benim gibi gelen yabancı bilimci az, hele bayan hiç yok. Amerikan Bilim Kurumu’nun tuttuğu listeleri inceledik, bugüne kadar buraya 3000 den az kişi ayak basmış, içlerinde hiç Türk pasaportlu biri yok. Ben ilk oldum.

55. Güney Kutbunda Yılbaşı

Güney Kutbundaki ilk iki günümü hem doktorun hem de arkadaşların uyarısı üzerine yavaştan aldım, daha tam olarak çalışmaya başlamadım. Herhangi bir rahatsızlıkta hissetmedim. Kahve içmemem lazımdı, kafein dehidrasyon yapar, başım ağrır diye, ama ben kahve içmezsem başım ağrır dedim ve de o hususta kimseyi dinlemedim. Artık iyiyim ben işe başlıyım dedim ama bu seferde yılbaşı eğlenceleri için hazırlıklar başladı.

Güney Kutup noktasında yılbaşı nasıl kutlanır? Bütün meridyenlerin birleştiği noktadayız, saat diye bir kavram yok. Yılbaşını hangi saatte kutlasak acaba? Burada saati belirleyen tek şey yemek saatleri. Yılbaşı aksam yemeği için şef çok özel yemekler yapmış, olağan üstü bir sanat eseri gibi de sergilemiş. Meğerse şefimiz New York’un ünlü şeflerinden biriymiş. Çok eğlenceli bir yemekten sonra canlı müzik başladı, gitarlar davullar, tam takım bir grup kuruldu, yemekhane diskoya dönüştü. Hala karar verememiştik yılbaşını ne zaman kutlasak diye. Birinin aklına geldi, ben 24 saat boyunca her saat başı kutup noktasındaki işaret kazığına gidip öyle kutlayacağım dedi. Niye olmasın iyi fikir dedik, bizde ona katıldık, 3-4 kere yılbaşı kutladıktan sonra birazda sarhoş olmaya başlayınca dışarı çıkmak zor geldi, vaz geçtik. Ertesi gün öğrendik ki iki kişi gerçekten 24 saat boyunca her saat başı yılbaşını kutlamış. Ve de bunu yapan ilk kişiler olarak da Guinness Dünya Rekorları tutanağına geçmişler. Burada ne yaparsan bir ilk oluyor, o yüzden her gün heyecanlı geçiyor.

1 Ocak 1992. Yılın ilk günü, Güney Kutbunda büyük bir tören var. Yeni kutup noktası belirlenecek, eski kutup noktasındaki işaret kazığı ve Güney Kutup tabelası yeni yenine törenle taşınacak. Kutup noktası niye mi değişiyor? Dünyanın ekseni tabiki değişmiyor, ama kutbun olduğu yer büyük bir buzul nehrinin üstünde, her sene 10 m kadar kayıyor. Her sene resmi bir görevli geliyor, ölçüp biçiyor, dünyanın eksen noktasını buluyor, yeni kazığı dikiyor.

Bütün herkes toplandık kutup işaretinin etrafında. Bu noktaya ilk gelenler Norveçli Roald Amundsen ve Ingiliz Robert Falcon Scott’i anıp söyledikleri cümleleri tekrarladık. Yeni direk dikildikten sonrada sırayla her birimiz çekiçle çakıp bu tarihi olayın içinde bulduk kendimizi. Bu beni çok duygulandırdı.

Hava ısısı genelde -25C, -30C civarlarında, rüzgar olmadıkca çok kuru, içe işlemeyen güzel bir soğuk oluyor. O koca parkanin, ve çizmelerin içinde terliyorum bile. Ben çoğu kişiden daha dayanıklı çıkdım soğuğa.

54. Antarktika’ya Yolculuk

Uçağımız alçalmaya başladı, Güney Kutup noktasına gelmiştik. Hava, rüzgar her şey uygun inmesi için, artık kızaklarını indirmesini bekliyoruz. Ama tam kutup noktasına yaklaştığı anda hava aniden çok soğuduğu için bazen kızaklar donup gövdeye yapışıp kalıyorlarmış. Kızaklarını indiremeyip, ta buraya kadar gelip McMurdo’ya geri dönen uçaklar çok oluyormuş. Biz şanslıydık, kızaklar indi, epey uzun bir süre buz üstünde kayarak durduk.

Dışarıya ayağımı attığım anda göğsüme 10 tonluk bir tır çarpmış gibi oldu. Havanın keskinliğinden herhalde. Hem 3 km yüksekteyiz, oksijen az, hem %0 nem, hem -50 derece. Burnumun içindeki nem aniden buz olup donunca nefes alamadım, burnumu kapadım ama bu seferde oksijen azlığından nefes alamadım, orada biraz bocaladım. Bizi karşılamaya gelenler hemen elimizden torbalarımızı aldılar. İşte o zaman rahatladım şöyle bir etrafıma baktım. Bayrakları ve Güney Kutup noktasını belirleyen işareti görünce çok heyecanlandım. Gerçekten ben dünyanın etrafında döndüğü eksenin geçtiği noktadaydım. 90° Güney noktası.

Patronum ve İngiliz arkadaşlar 20 gündür oradalardı, artık ortamın şartlarına alışmışlar hızlı hızlı yürüyorlar, ben yetişmekte güçlük çekiyorum. İstasyon o kadar gömülmüş ki girişi tam yokuş aşağı kayılacak gibi. Hemen yaramazlığımı gösterdim, oturup kabanımın üstünde kaya kaya herkesten daha evvel girdim içeri. Yarım küre biçiminde, 50 m genişliğinde, 16 m yüksekliğinde çelik bir kubbenin altındayız. Tren vagonlarını andıran ama birbirine bağlı olmayan 4 baraka var içinde. İlk baraka doktorun yeri ve revir. Onun yanında bilim binası, ilk kapı Amerikan Milli Bilim Derneğini temsil eden bilim başkanının odası. Barakanın en büyük bölümü meteorolojiye ayrılmış. Hava durumu buraya varmanın, burada yasamanın en önemli ögesi olduğu için en eski bilim gurubu onlar. Hava durumunun yanında, deprem ölçücü ve de çok yüksek atmosfer olaylarını da gözleyici aletler var. Bizim gurubunda minnacık bir köşesi var en son bölümde, kapı dibinde. Çok soğuk bir köşe. Ama o kapıdan çıkınca yemekhane ve mutfak binası hemen 5 adim sonra. Üstümüze kat kat giyinmeden binadan binaya geçmek kolay oluyor. Yemekhane ve mutfağın üst kati bar. Sadece orada sigara içilebiliyor.

Öteki barakanın alt katı tamamen iletişim kontrol odası. Dünyayla tek iletişimimiz burada. 24 saat her an iki kişi nöbetçi kalıyor. Üst katta idarecilerin odası, bilardo masası, kütüphane ve TV odası var. Uçaktan iner inmez her yeni gelen bu odaya alınıyor. Doktor tekrar tekrar hatırlatıyor, ilk iki gün çok yavaştan alacaksınız, ağır çalışmak yok, 5 litre su içmemiz lazım her gün. Yoksa havanın kuruluğundan dehidrasyon olurmuşuz. Kahve ve alkol yok, onlarda dehidrasyon yapıyor. Doktordan sonra idareciler tekrar kuralları hatırlatıyorlar. En çok derdimiz su ile. Su yapmak en pahalı işlemmiş. O yüzden sadece haftada 2 defa 3 dakikalık duş yapabilicez, tuvalette su çekmekte sadece büyük için.

İstasyonun en kalabalık olduğu zamandayız, 120 kişiye ulaşmış nüfus. Yemekhane artık kaldırmaz duruma gelmiş. Sadece 41 kişi bilim için oradayız. 80 kişilik bir personel, oradaki yaşamı bir mucize gibi aksamadan yürütmekle görevli. Enerji üretim istasyonu teknikerleri, iletişim uzmanları, elektrikçi, tesisatçı, marangoz, ahçı ve mutfak personeli, uçak indirme kaldırma, gelen petrolü depolama uzmanları. İstasyonun içinde, yani çelik kubbenin altında sadece 25 kişilik yatak var. Geri kalan herkes dışarıdaki asker çadırlarında kalıyor. Çadırın içi battaniyeler ile 10’a bölünmüş, ortadaki bir gaz sobası ile ısınıyor. Ama tamda ısınmıyor, yere bıraktığımız çoraplarımızı sabah donmuş buluyoruz. En zoruma giden şeyde tuvalete gitmek oldu. Tuvalet çadırdan 50m ötede, ayrı bir barakada. Yataktan kalkıp, dışarı çıkmak için kat kat giyinmek, donmuş çorapları ayağıma geçirip, sonrada koca çizmeleri bağlamak pek zor geldi bana. Buna da alışırım herhalde.

Güneşin 24 saat tepemizde dönmesi beni hiç etkilemedi, güzel güzel uyuyorum. Ama ortamın kuruluğundan burnum kanıyor, ona bir çare bulmam lazım.

leytil@gmail.com

53. Antarktika’ya Yolculuk

Kızımın ilk Antarktika yolculuğunu kendi ağzından size aktarmaya devam ediyorum. Bundan sonra 15 kere daha gitti Güney Kutbuna, ama bu ilk yolculuğu ilk heyecandı. Antarktika’nın kıyısındaki McMurdo araştırma istasyonuna indiler. Oradan devam edelim:
Erebus yanardağı, Ross Island, Antarktika
Her taraf bembeyaz, göz kamaştırıcı bir ışık. Ufukta dört tarafımız bembeyaz dağlarla çevrili, bembeyaz dümdüz çanak gibi bir yerin ortasındayız. Nereye indiğimizi tam anlayamadım. Deniz buzu üstüne mi indik karaya mi indik belli değil. Masmavi gökyüzünde, uzakta Erebus yanardağı bütün heybetiyle kendini belli ediyor. Bembeyaz tepesinden gazlar çıkarıyor.Ama askerler bizim etrafa dağılacağımızdan korkup bize zaman vermiyor, sadece tuvalet için 15 dakika. Askeri tanka benzeyen vagon gibi bir aracın içine dolup, hemen kasabaya doğru yola çıktık. Yarım saat buzların üstünde tangır tungur çok sarsıldık ama o manzaraya değdi tabi ki. Erebus dağına iyice yaklaştık, onun lavasından oluşan yarımadaya tırmanmaya başladık. İşte o anda esas Antarktika kıtasına ayak basmıştık. Meğerse uçak deniz buzu üstüne inmiş. Tam deniz buzu ile karanın birleştiği yerde ufak ufak gölcükler, delikler var, hepsinin etrafı fok baliği dolu. Tepeyi döner dönmez manzara değişiyor. Kapkara lava toprağı, çakılı üstüne kurulmuş yeşil yeşil barakalar görüyoruz. Burası Yeni Zelanda’nın araştırma istasyonu. Sadece haftanın iki günü belirli saatlerde oraya gidebilirmişiz. Zamanımız olsa da gidebilsek. Fok balıklarını biraz daha yakından görmek isterdim.

İkinci tepeyi dönünce önümüze kapkara büyük bir koy çıktı, uzaktan da McMurdo kasabası göründü. Çok çirkin bir baraka yığıntısı. Antarktika’nın o el değmemiş güzelliğine hiç yakışmadı. Bütün işletme askerlerin elinde. Bize de çok sert davranıyorlar. Bilimcilerin şakalarından da hiç anlamıyorlar. Ufak bir baraka önünde indirildik. McMurdo’da da kalan yolculuk arkadaşlarımıza veda ettik. Güney Kutbuna devam eden sadece 5 kişi kalmıştık. Uçağımızın ne zaman geleceği belli değilmiş. Oturup bekleyin dediler. Bir yere de ayrılmak yok. Çok şanslıydık. 3 saat sonra uçak geldi. Duyduğumuza göre bazen 15 gün beklenebiliyormuş. Her şey hava durumuna bağlı.

Beardmore Glacier, dünyanın en büyük buz nehirlerinden biri.  Güney Kutbu yüksek ovasından McMurdo yönüne akıp Ross Adası'nın etrafındaki buzulları besler.

   
Geldiğimiz tepeleri tekrar tırmanıp, yine buzların üstünde yarım saat gittikten sonra bizi Güney Kutbuna götürecek uçağı gördük. 5 kişiyiz, bütün uçak bizim derken yine oturacak yer yok. Her yer kargo dolu. Ama bu sefer öğrendim. Hemen arka cama. 3.5-4 saatlik yolumuz var, rüzgârın yönüne bağlı. 40 dakika sonra Antarktika’yı doğu bati diye ikiye bölen Transantarktik dağ kümesi görünmeye başladı. 1.5 saat kadar tam üstlerinden uçtuk. Tepelerine kadar buza gömülmüş dağları, tepelerinden inen buzulların nehir gibi kaymalarını seyrettik. Dağlar bittikten sonra artık 4 km yükseklikteki Bati Antarktika ovasına doğru yükselmeye başladık. Ne olsa askeri uçaktayız. Kabin basıncını bizim rahatımız için değiştirmek falan yok. Yavaş yavaş hem soğuğu hem de oksijensizliği hissediyoruz. Son bir saat bembeyaz dümdüz kağıt gibi bir yerin üstünden uçuyoruz. Hiç dünyaya benzemiyor. Biz hangi gezegendeyiz acaba?

leytil@gmail.com

52. Antarktika’ya Yolculuk

LC-130 tipi olarak bilinen Amerikan askeri kargo uçağı motorlarını çalıştırmış bizi bekliyor. Elimizde taşımaya mecbur olduğumuz acil torbamıza birde yiyecek torbaları eklendi. Üstümüzdeki ağır giysiler yetmiyormuş gibi birde ağır torbayla uçağa tırmanmak pek kolay olmadı. Tıka basa doldurdular bizi. Uçağın yarısından fazlası kargo. Hem kendi kargomuz, hem de Antarktika’daki Amerikan üstlerine gerekli her şeyi taşıyor, yiyecek, içecek, taze sebze, meyve, orada çalışanlara eriştirilecek mektuplar.

Uçağın yan cephesi boyunca asılı file gibi yerlere yan yana nerdeyse üst üste oturduk. 8 saat nasıl gidilir böyle, olacak şey değil. Ama uçağın içi o kadar ilginç ki hiç böyle bir şey beklemiyordum. Uçağı çalıştıran bütün aletler, borular, tüpler, her şey açıkta, yani uçağın iç astarı yok. O yüzden motor gürültüsü çekilecek gibi değil. Askerler arada sırada gelip boruları, yağ tüplerini, bazı göstergeleri kontrol ediyorlar. Bütün gözler onların suratına dikiliyor. Suratlarından bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. Her şey yolunda mi yoksa bir bozukluk mu var.

Uçak normal yüksekliğine ulaşınca kemerlerimizi açabileceğimiz söylendi. Baktım bu işi bilen eskiler hemen ayaklandılar, arka kısımdaki kargoların üstüne uzanıp uyumaya başladılar. Ben bunu çok kıskandım, bende ayaklandım ama o kadar sıkış tıkışız ki benim arkalara geçmem imkânsız görünüyor. Yine eskilerden biri, anladı herhalde benim hapis kaldığımı, işaretle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Meğerse insanların kucakları üstünden kayarak gidecekmişim arkaya. Bende öyle yaptım. Çokta kolay kayıldı o kalın yorgan gibi giysilerimizin üstünden. Birde bunun dönüşü var tabi ki. Uçakta tuvalet ve el yıkamak için su yok. Arkada, belimize kadar gelen bir perdenin arkasında büyükçe bir kova var, o kadar. Ama üstümüzdeki kabanlarımızı, tulumları falan çıkarıp o minicik perde arkasında işimizi yapmak olacak gibi değil. Dayanmaya çalışıyoruz.

İlk ineceğimiz yer Antarktika’nın sahilinde, Erebus yanardağının eteklerinde kurulu Amerika’nın en büyük istasyonu. Bazen uçakların buraya kadar gelip, ineceği yeri göremediği için dönüp durup sonrada tekrar Yeni Zelanda’ya geri döndüğü de olurmuş. Tam 8 saat zor bir yolculuktan sonra, uçaktan takır tukur sesler geldi, uçak kızaklarını indirip test etti, arkadaki kaptan çek işareti verdi, ortadaki kaptan da tamam dedi, pilotta inişe geçti. Evet evet gerçekten indik. Yarım saat kadar buzun üstünde kaya kaya yavaşladık. Daha tam durmadan uçağın bütün arkası açıldı, bizim kargolar teker teker arkadan buzun üstüne atıldılar. Aklımız gidiyor bizim aletlerimiz nasıl sağ salim çıkacaklar acaba diye. Antarktika’ya ayak bastık. Uçaktan çıktığımız andaki manzara üstüne olduğumuz yerde donup kalıyoruz, soğuktan değil, manzaradan.

leytil@gmail.com

51. Antarktika’ya Yolculuk

ABD’nin Wisconsin eyaleti Madison şehrinden, 17 aralık 1991 de, Antarktika’ya yolculuk başlıyor. İlk etap Chicago – Los Angeles, 4.5 saat. Aynı güne uymadığı için bir gece orada dinlenecek. Ertesi günü Los Angeles hava alanında Antarktika’ya gidenlerle buluşuyorlar, bir yetkili elindeki listeden isimleri çek ediyor. Evinin kapısından çıktığı andan beri her an takip ediliyor.

İkinci etap Los Angeles-Hawaii-Yeni Zelanda’nın Auckland şehri. 14 saatlik yolları var. Bir saatliğine Hawaii ye inip, yolcu değiştirecekmiş uçak. Serap’ın tabii ki hemen aklına geliyor, dönüşte Hawaii de inip biraz dolaşmalı. Auckland’a indiklerinde yine bir yetkili karşılarında. Yine sayım var. Ellerindeki bilimsel aletleri gümrükten özel yollarla geçirmek için alıyorlar. Sonra dışarı çıkıp başka terminale yürüyecekler. Güney yarım küresi tam yaz sıcaklarını yaşıyor. Kışın ortasından kalkıp bu tropik-altı yere inince, ağaçları, çiçekleri görünce ay ben cennete mi geldim diyor. Orada da aklı kalıyor, dönüşte buraya da uğramalı.

Üçüncü etap, Yeni Zelanda’nın güney adasındaki Chistchurch şehri. Yetkililer Antarktika grubunu alıp hemen Amerikan askeri üstüne götürüyorlar. O anda askeri disipline girdiklerini anlıyorlar. Ellerine her an ne yapacaklarını belirleyen liste verip otellerine yolluyorlar. Ertesi sabah eğitim semineri ve giyindirilmek için geri dönecekler.

Her gittiği yerden telefon edip nerde olduğunu anlatıyordu. Bizde elimizde harita, adım adım onu takip ediyorduk. Chistchurch’den ettiği telefonda nihayet yolun yarısına geldik, aslında esas yolculuk bundan sonra başlıyor diye anlatıyordu. Otelde daha önceden varmış ama orada takılıp kalmış Antarktika yolcularıyla tanışıyorlar. Hava Antarktika’ya uçmak için uygun değilmiş, bekleyip duruyorlarmış. Ertesi gün askeri üste döndüklerinde kendilerine verilen talimat da öyle. Üç günden önce gidemeyeceklermiş. Askeri talimatlardan sonra iki asker torbası dolu giysileri deneyecekler. Hepsini görünce ilkin şaka gibi geliyor. Özel maddelerden yapılmış iç pantolon, boğaza kadar uzun kollu iki gömlek, kolsuz yelek, üstüne iki katlı kalın kürk parka, özel çoraplar, kürklü buz çizmeleri, tüm başı ve boynu kaplayan kar maskesi, kürklü eldivenler ve kar körlüğünü önleyecek gözlükler. Giyindiğinde nerede ise hareket edemeyecek kadar ağırlaşmış. 10 kilo gelen çizmelerle üzerindekiler 25 kilo ya yakınmış, değerleri ise 3 bin dolar civarındaymış. Bu kıyafetlerle ancak robot gibi yürüyebiliyorum diyor.

Şimdiye kadar her fırsatta telefonu ihmal etmedi, bizi merakta bırakmadı, ama bakalım bundan sonra ne yapacağız, nasıl haberleşeceğiz. Antarktika ile sadece günde bir kaç saat kontak kurulabiliyormuş. Oda ancak uydu geçerken.

Bundan sonrasını kızımın tuttuğu kısa notlardan toparlayıp yazıyorum.

Uçağımızın ne zaman hareket edeceği bilinmiyor. 8 saatlik yolumuz var. Rüzgarsız uygun hava bekleniyor. Bu havayı 3 günde 5 günde bekleyebilirmişiz. Aslında harika bir yerdeyiz. Çıkıp etrafta dolaşabilsek isterse günlerce kalalım, ama buradan uzaklaşmak yasak. Her sabah askeri üste geliyoruz, kendimizi gösteriyoruz, bugün git yarın gel diyorlar. Hafta sonu oldu, askerler hafta sonu çalışmazlarmış, o yüzden iki gün daha uçmamız ertelendi. Eh artık sahile gidip denize girelim bari dedik. Gide gele hepimiz çok iyi kaynaşıp arkadaş olmuştuk. Hep birlikte sandviçlerimizi yapıp biralarımızı alıp sahilde piknik yapmaya gittik. Rüzgârlı rahat bir havaydı, güneşten yandığımızı hiç fark etmedik. Ama akşamına çıktı acıları. Benim ayaklarımın üstü ikinci derece yanmış. Hastanelik oldum yani. Pansuman yapıp kremler verdiler. İyi ki yarın gitmiyoruz. O kalın yün çorapları bu yanık ayaklarımın üstüne nasıl giyerim.

Pazartesi sabahın 3’ünde asker gibi kapılarımıza güm güm vurarak uyandırdılar. Bir saat içinde hazır olun otobüs gelip alacak sizi, hava düzelmiş hemen uçuyormuşuz. Gittik, bizi hazır bekleyen torbalarımızı alıp sıraya girdik. Etrafta kontrol köpekleri var, aman ne sevimli şeyler, sevmek istiyoruz ama asker bağırıyor. Kopeklerle arkadaşlık yasak. Eğer onlarla oynarsanız size alışırlar, kontrol edeceğine iltimas geçerler diyor. Gülüyoruz. Artık askeriz, her kurala uyacağız. Hava çok sıcak ama biz tam giyimli bir şekilde, hazır ol durumda bekliyoruz.

Nihayet haber geldi hava düzelmiş, uçak hazırmış. Çok sıkı bir kontrolden geçiyoruz. Arkadan yine köpeklerin kontrolü. Tam uçağın kapısında kulak tıkayıcı ve de iki kağıt torba içinde yiyecek verdiler. Bir tanesini ne zaman acıkırsak yiyebiliriz, ama ikincisini eğer uçak düşerse veya olmayacak bir yere inmeye mecbur kalırsa, kurtarılıncaya kadar aç kalınca yemek için saklayacakmışız. 8 saatlik yolumuz var.

leytil@gmail.com

50. Madison’a Yolculuk

1991’in çok sıcak bir temmuz günü Serap nihayet Madison’daki yeni hayatına doğru yola çıkıyor. Arabası tamir oldu ama tıka basa dolu olduğu için zor yürüyor, hele yokuş tırmanırken iyice zorlanıyor. Hem araba ısınıyor, hem de Serap’ın sol kolu güneşten fena yanıyor. İlk gün fazla gidemeyip yol üstü bir otelde kalıyor. Ertesi gün yine güneş altında uzun bir yol. Tam aksam üstü Chicago’nun kötü trafiğine yakalanıyor. Madison’a varması gece oluyor. Kalacak otel arıyor, her sokağa girip çıkıyor, her yer dolu. Yorgunluktan ölecek, artık ne yaptığını bilemeden şehrin göbeğindeki yuvarlakta dönüp duruyor. Bir bakıyor arkasında polis, oda takip ediyor. Bir zamanda birlikte dönüp duruyorlar. Nihayet polis durdurup soruyor. Ne yaptığını biliyor musun? Serap’ın cevabı. Hayır, hiçbir fikrim yok ne yaptığımdan diyor. Polis gülüyor. Sarhoş sandı beni herhalde diyor. Bu sefer derdini anlatıyor. Yorgunluktan ölüyorum, otellerin hepsi dolu, kalacak yer bulmam lazım diyor. Bu sefer polis arıyor, nereye telefon etse, aynı cevabı alıyor. O zaman sen yine çevre yoluna çık, orada bulursun diyor. Öyle yapıyor ama saatte 12 oluyor. Halbuki o gece de, Serap’ın yeni grup arkadaşları kendisi için hoş geldin sofrası hazırlamış bekliyorlarmış (sene 1991, cep telefonu yoktu o senelerde).

Gelmeden ev aramaya başlamıştı. İlk geldiği anda nasıl otel yok dedilerse, ev ararken de aynı cevabı alıyor ev bulamıyor. Ama Newark’ta, ilk gelene kendi nasıl evini açtıysa, burada da öyle oluyor. Bir profesör evin anahtarlarını bırakıp gitmiş, bir ay birinin oturmasını istemiş evinde. Serap’ı da onun evinde yerleştirmişler. Buna çok seviniyor. Çünkü ev bulsa da, eve gerekli eşyası yok.

Ev işi hal olunca, yeni işine sarılıyor. Laboratuvarda bir telaş bir koşturmadır gidiyor. Çok fazla yetiştirilecek iş var. Zamana karşı savaşıyorlar. Antarktika ya gidecek gemiye aletlerin yüklenmesi lazım. Gece gündüz uyumadan çalışıp bitirmeye çalışıyorlar. Çünkü bitiremedikleri aletleri kendileri taşıyacaklar, hem de Güney Kutbuna kadar.

Gemi yola çıkınca biraz rahatlayıp, yeni geldiği şehri tanımaya, alışmaya çalışıyor. Burası göller bölgesi, her yerde küçük büyük göller. Şehir iki gölün arasında incecik bir kara parçası üstünde kurulmuş, çok şirin bir yer. Okulda bir göl kenarında. Kendine de okula çok yakın, göl kenarında bir yer buldu. Okulun yelken kulübü de hemen yanında. Bir çok aktiviteler, yelken yarışları da var. İlgisini çekiyor. Yelken kullanmayı öğreniyor. Az zaman sonra, yarışlara giriyor ve kazanıyor. Hem de birinci oluyor. Kendide şaşırıyor bu işe, 2. ve 3. olanlarda fizikçi arkadaşları. Demek fizik kuralları geçerli bu yelken yarışlarında.

Eğlence bir yana, işler tekrar hızlanıyor. Bu sefer Antarktika’ya gitme hazırlıkları başlıyor. Götürecekleri aletlerin yanında, birde kendilerinin çok sıkı bir sağlık muayenesinden geçmeleri lazımmış. Hem de inceden inceye baştan aşağı ne türlü muayene. Sayfalarla dolu bir dosya. İşin tuhafı sade kendinin değil, anne babanın da sağlık durumu soruluyor. Serap’ta bize soruyor. Sorular sorular.

Götüreceği aletler tamam, doktor muayenesi de bitince, birde Washington’a gitmek çıktı. Orada eğitim alması lazımmış. Antarktika’nın kurallarını öğrenecekmiş. Bütün giden araştırmacılar hepsi toplanıp son bir kere daha planlarını gözden geçireceklermiş. Ay’a veya başka bir gezegene gider gibi hazırlanıyorlar. Hiç bir şeyi unutmamaları lazım.

O orada bu işlerle uğraşırken, bizde burada meraklanıyoruz. Kızımız nereye gidiyor. Nasıl bir maceraya atılıyor. Ama o çok mutlu. Bu ne büyük bir şans, kendi bile inanamıyor. O güne kadar sadece 3000 kişi ayak basmış Güney Kutbuna. Serap’ta bunlardan biri olacak.

leytil@gmail.com

49. Doktora Savunması

Kızımız artık doktorasına hazırlanıyor. Bir kaç sene evvel Koyun Adasına gelmişti çalışmak için. Yine gelsem mi diye düşünüyor. Getirdiği kitaplar ne kadar da çoktu. O resimlere bakarken tekrar şaşıyorum. Bu kadar kitap nasıl taşınmış Amerika’dan Koyun Adasına kadar. Evimizi yeni yaptığımız seneler, daha jeneratör yok. Geceleri gaz lambası ile çalışmıştı. Her zorluğa katlanacak, bütün istediği sakin bir köşe. Sıkıldıkça denize girecek çıkacak, sonra yine masa başına koşacak. Çok düşünüyor, sonra yok gelemem diyor. Hem doktora tezini yazıyor, bir yandan da iş arıyor.

Pek çok iş ilanı var, CV sini hazırlıyor, başvuru mektupları yolluyor, sonra heyecanla cevap bekliyor. Fakat bu arada da hayatının yönünü değiştirecek kararlar veriyor. Doktora çalışmalarını teorik yapmıştı, tam tezini yazarken kafasına bir kuşku düştü. Ben hep başkalarının yaptığı deney sonuçları üstüne teori yaptım, simdi de o deneyleri kendim yapıp teorileri de kendi incelediğim sonuçlar üstüne yapayım diyor. Başvurduğu teorik işlerden davet gelse bile geri çeviriyor. Deney yapan bir gruba katılmak istiyor. Bir kaç yerden davet alıyor, gidip konuşmalar veriyor, laboratuvarlarına bakıyor. İçine sinmeyen bir şey var, karar veremeyip bekliyor.

En sonunda aklinin ucundan bile geçiremeyeceği bir olay oluyor. Wisconsin Üniversitesinden bir telefon geliyor. O gittiği konferanslarda tanıştığı çok ünlü bir profesör Serap’a yeni bir projeden bahsediyor ve de üniversitenin olduğu Madison şehrine davet ediyor, hem gel görüşelim hem de bir konuşma ver bize diyor. Serap atlayıp gidiyor. Neymiş bu yeni proje, merak da. Güney Kutup noktasında, buzulların içinde yeni bir deney başlatmak istiyorlarmış, ama hem konu riskli, hem de deneyin kendi riskli. Çok macera seven, tehlikelerden korkmayan cesur biri aranıyormuş. Konu, yepyeni bir konu, sonucunun ne çıkacağı bilinmeyen keşif konusu. Buzulların içinde şimdiye kadar hiç böyle bir deney yapılmamış. İşleyip islemeyeceği bile belli değil. Ama yine de umutlular, devletten istedikleri para gelir gelmez Serap’ı işe çağıracaklar. Çok misafir severlik yapıyorlar, şehri gezdiriyorlar, güzel restoranlarda ilginç yemekler yedirtiyorlar. Serap hem şehri hem de oradaki çalışacağı grubu çok seviyor. Evet bu işi istiyor Serap.

Artık tezini bir hızla yazıp hazırlıyor, doktora komitesinin eline veriyor, haftasına da savunması var. Ne zor bu bekleyiş, iş konuşmalarında hiç heyecanlanmıyor, güzel güzel konuşmamı yapıyordum. Ama bu farklı idi. Başka türlü bir heyecandı diye anlatıyor bize. Doktora savunmasının herkesin anlayacağı bir seviyede verilmesi lazımmış. Eğer o seviyeye inip, konumda uzman olmayanlara anlatabilirsem işte o zaman başarıyla geçicem diyor. Şehir gazetesinde tez konusu ve saati ilan veriliyor, bütün herkes davetli. Adet böyleymiş. Bir arkadaşları ev hanımı eşini de davet etmiş kendi savunmasına. Eşinin sorduğu bir soruya cevap veremeyip kalmış. Başkası da annesini davet etmiş, onunda karşılaştığı en zor soruyu annesi sormuş. Ben Serap’ın savunmasında olsaydım ne soru sorardım acaba?

Beklenen gün geliyor. Konferans odası tıklım tıklım dolu. Yine arkadaşlarının eşleri gelmiş, bir sürüde tanınmayan kişiler var. Heyecan son safhada, sesi titriyor, kelimeler birbirine karışıyor. Sorular, cevaplar, nihayet alışıyor sakinliyor, bütün soruları güzelce cevaplıyor. Bir buçuk saat sonunda dışarı çıkmaları isteniyor. İçerde komite üyeleri tartışıyor, karar anı. Dışarıda arkadaşları ile hep birlikte bekliyorlar.

Nihayet çağrılıyor. İçeri girdiğinde hocasının aldığı şampanyalar patlıyor, kadehler kalkıyor. Dışarıdaki arkadaşlarda gelince şenlik başlıyor. Bu kutlamalar gece de başka yerde devam ediyor. Tam bu sıra iş daveti alınca birkaç gün sürüyor bu kutlamalar. Günlerden beri beklediği, Madison’dan iş teklifi geldi, artık havalara uçuyor. Her şey güzelde, yine de bir hüzün düşüyor içine. Bu alıştığı hocalar, arkadaşlar, okulu, minik Newark kasabasındaki rahat hayatı, nasıl bırakılır nasıl gidilir.

Bütün her şey yolunda ama bu ayrılık ona zor geliyor. Sıra eşyalarını toplamada. Ne de çok eşyası olmuş, kitaplar giyecekler bir yana. Büyük eşyaları yeni gelen öğrencilere veriyor. Mutfak eşyası, tabak, çanak ,yatak yorgan, onlar arabaya. Çiçeksiz yapamaz, saksılar, çiçekler. Hangisinden vaz geçsin. Araba tepesine kadar doluyor. Geri kalanları bir ara gelir alırım diyor. Arkadaşları bu seferde veda partisi düzenliyorlar. Ertesi gün gitme, bir parti daha yapalım diyorlar. Hazırlandım, gidiyorum diyor yola çıkıyor. Ama çıkamıyor, arabadan patırtılar gürültüler geliyor, kırma arkadaşlarını diyor ve duruyor. Araba tamirde, Serap partide.

Ama araba bayağı akıllı ve sahibini seviyormuş. Onu yollarda bırakacağına tam yerinde bozulmuş. Ertesi gün yolculuk. 16 saatlik bir yolu var. Gece bir yerde mola verip ertesi gün devam edecek.

leytil@gmail.com

48. Amerika’da Doktora Yılları

Geçen yazımda kızımın Erenköy’den çocukluk arkadaşı ile Connecticut’da konferansa gittiklerini, sonrada tatil için Cape Cod’a doğru yola çıktıklarını yazmıştım. Senelerdir resimlerine bakıp bakıp hayran kaldığım, merak ettiğim o yerlere gidiyorum diye çok heyecanlanıyorum diye yazıyordu.

Gerisini onun mektubundan yazıyorum.

Konferans 3 te bitince yola çıkmıştık, iki saat sonra Cape Cod yarımadasına ulaştık. Yarımadanın en ince yerine kanal açmışlar, yarımada adaya dönüşmüş. Doğa aniden değişti. Ağaçlar değişti, bodur beyaz çam ormanları başladı. Yer yer bembeyaz kumlar çam ağaçların ayaklarına kadar geliyordu. Gerçekten Ölü Deniz’e benziyordu, ama burası dümdüz, denizle bir seviyede ince uzun geniş bir yol. Daha hırçın, daha el değmemiş bir güzellik var burada.

Hava kararıp bir şey göremeyince ilk gece yol üstünde bir otelde konakladık. Ertesi gün yine toparlanıp yola düzüldük. Artık milli kumsallar, parklar, korumaya alınmış alanlar başladı. Yol üstünde bir yerde durup denize girdik. Kumda yürüyüp resimler çektik, karnımız acıkınca aklimiz başımıza geldi yine düzüldük yola. Bu güzel doğanın içinde, yarımadanın en ucundaki ilginç kasabaya az kalmıştı, öğle yemeğine oraya ulaştık. Sonrada kalacak otel aramaya başladık. Öyle güzel bir yer bulduk ki inanamadık. Bir tepenin üstünde, deniz ayağının altında, harika bir yer. Havuzuda vardı. Biraz havuzda oynayıp, sonra yine akşam yemeği için kasabaya indik. Kasaba alem bir yer, daracık sokaklar, harika evler, tip tip insanlar. Sırf butik dolu ve çoğu şeyin üstünde Made in Turkey yazıyordu. Hoşumuza gitti güldük.

Cumartesi günü ciddi bir şekilde yarımadanın en ucuna kadar yürümeye kararlıydık. Yol üstünde durup, sandviç yapmak için alış veriş yaptık. Buzluğumuza da biramızı koyduk. Arabayla gidebileceğimiz en son noktaya kadar gidip park ettik. Oraya vardığımız da 11,30 du. Öyle bir yer ki, 6 kilometre uzun bir kum çıkıntısı. Bizim Koyun Adasının dilinin 6 km olduğunu düşünün. Oranın dilini sevdiğimiz için birde buranın dilini görelim dedik işte. Başladık yürümeye, yürü yürü bitmez. 3 defa mola verdik, denize girdik, tekrar devam ettik. Oturup öğlen yemeğimizi yedik. Elimizde biralar tekrar yürümeye başladık. Kumda da yürümek kolay değil. Etraf da hiç ama hiç kimse yok. Bir ara artık yürüyemeyecek hale gelip nerdeyse sonuna erişemeyecektik, sanki sonu yoktu, biz nereye gidiyorduk acaba.

Nihayet, saat 4 te en uca ulaştık. Orada öyle bir uyumuşuz ki sular yükselip üstümüze geldiğinde uyandık. Baktık hava bozmuş, kara kara bulutlar gelmeye başlamış. Hadi dönüş yolculuğu. Bu sefer başka yoldan döndük. Çam ormanlarının arasından geçtik. Geçtiğimiz yürüdüğümüz yerlerden de hep bitkiler topladık. Bir de çam çıkardık. Buradan hatıra. Saat 8 güneşin batışını seyrettik biralarımızı içtik. Denize batışı öyle güzeldi ki, orada kendimizi unuttuk. Hiç düşünemedik ki karanlık olunca, o çam ormanlarının arasında yolumuzu nasıl bulacaz. O koca yerde bizden başka kimse yok. Biraz korktuk ama nihayet park alanı göründü. Park bekçileri arabanın başında bekliyorlar. Biraz azar işittik bu kadar geç kaldığımız için. 10 dakika sonra helikopter yollayıp bizi aramaya çıkacaklarmış.

Ertesi gün bütün vücudumuz ağrıdı. Yinede oturmak yok yine başka yere gittik, denize girdik. Epiği bir yerini gördük, ama yinede çok görülecek yerleri kaldı. Hava şansımıza çok güzeldi. Gündüzleri 25 derece geceleri de 15 - 16 derece. Öyle özlemişim ki böyle normal havayı. Fakat Nilgün geceleri üşüdü. Hapşırmaya başladı. Pazartesi sabahı dönüş başladı. Burayı nasıl bırakacaz. Gözümüz arkada kala kala yola düzüldük. Yine hava harika idi.

Pek güzel bir yolculuk oldu. Yollarda her güzel yerde durarak öğle üstü evimize vardık. Nilgün de geldik artık biraz dinlenirim sanıyordu, ama oturmak yok gece 2 arkadaşın Longwood Gardens neden bahçede konseri vardı oraya gittik. İlk önce bahçeyi gezdik, yine Nilgün her gördüğümüz çiçekten kopardı. Konser 7 de başladı çok güzeldi. 9 da da ışıklı havuz gösterisi vardı, fakat Nilgün iyice hastalandı. Üstelik havuz gösterisi varken birde yağmur başladı. Şimdi ateşlendi yatıyor. Ben buraya dinlenmeye geldim beni hasta ettin diyip duruyor. Bu sıralarda benim hayatim pek hızlandı. İngiliz arkadaşlar, müzisyen ve faal gurupların aralarında o hızlı hayata ayak uydurmak kolay olmuyor.

Hocama konferans sonrası Cape Cod a gideceğimizi söylememiştim ama öyle yanmışım ki tabii anlayacak. Saçlarımı da papatya suyu ile sararttım pek güzel oldu. Nilgün hasta yatarken bende şimdi bütün birikmiş işlerimi yola koyacam.

Evet yaramaz kızımız hala yaramazlıklar peşinde.

leytil@gmail.com

47. Amerika’da Doktora Yılları

Serap doktorasına devam ediyor, ama bir yandan da toplantılara, konferanslara gidip konuşmalar veriyordu. Doktora sonrası iş için kendini göstermeye başlaması lazımdı. Yeni fizikçilerle tanışıyor, yemeklere gidiyorlar, hep fizik tartışıyorlar. En ilginç fikirler hep böyle birlikte yiyip içerken ortaya çıkıyor diyordu.

Serap’ın hep görmek istediği, Amerika’nın kuzeyinde bir yerde yine konferans var. Yine İstanbul’dan arkadaşı gelecek birlikte gidecekler. Konferans sonrasında Boston’a yakın bir yarımadaya geçip, milli park dolaşacaklar.

Bundan sonrasını Serap`ın mektubundan yazayım.

15 Ağustos çok sıcak bir gün. Biz Connecticut’a doğru yola çıktık. 5 saatlik bir yolumuz var. Ne ise arabanın kliması çalışıyor, pek hissetmeden gittik. New York civarında biraz kaybolduk hiç yürümeyen trafiğin içine düştük. Sonra yolu bulup tekrar devam ettik. Konferansın olduğu yere aksam 8 de vardık. Otelimizi bulup odamıza çıktık duş alalım dedik, odamızı bulduk bulmasına da içeri giremedik. Aman yarabbi o ne sıcak öyle. New York’un 2.5 saatlik kuzeyindeyiz, buralar her zaman böyle sıcak olmuyor diye her yerde klima da yok. Fakat bu seneki sıcaklar dayanılır gibi değil. O gece bir vakit odaya giremedik. Herkes de hep dışarda idi. Dayanamayınca 2 de girdik içeri ama kapı pencere açık yattık. Otelde kapı açık uyumak ne komik değil mi? Bütün gece nerdeyse ağlayacaktım cehenneme para verilir mi diye.

Ertesi gün konferans başladı, ama konuşmaları dinlerken başım önüme düşüp uyukluyordum. Neyse ki hava aniden soğudu. Bulutlar geldi imdadımıza yetişti. Gece biraz etrafı dolaştık. Göller, dereler, dağlar, tepeler gezdik, çok güzeldi. Ertesi gün yine konuşma izledim, gecesi de konferans için düzenlenen yemeye gittik. Orada tanıştığımız arkadaşlarla biraz etrafı gezdik iyi eğlenceli geçti.

Konferansın son günü konuşmalar 3 te bitti. Biter bitmez bizde arabaya atlayıp doğru Cape Cod. Küçükken aklımı Ölü denize takmıştım. Hep resimlerde görüp orada ayağımı denize sokacam demiştim, en sonunda yapmıştım. Burada da aklımı bu Cape Cod`a takmıştım. Burası doğa güzelliğinin yanında daha başka anlam taşıyordu, enteresan bir kasaba, ressamlar, şairler, yazarlar hep burada dolaşıp ilham almışlar. Avrupai bir yer. Aynı zamanda da milli park’ın kumsalında denize girmek vardı, buraya kadar gelmişken oraya gidilmez mi.

Maceralı gezi bir dahaki yazımda.

leytil@gmail.com

46. Amerika’da Doktora Yılları

Kızımız Amerika`ya hemen ısındı, oturduğu ufacık kasabayı bile sevdi. Philadephia bir saat, NewYork ve Washington 2.5 saat uzaklıkta. Ufak yerde oturup arada bir büyük şehirlere gitmek de iyi oluyormuş dedi. Zaten okulun dışında pek fazla zamanı kalmıyordu başka bir şey yapmaya. İlk iki senesi çok yoğun geçti. Bir yandan asistanlık, öğrencilerle uğraş, ödev ve sınav kağıtlarını oku, not ver, bir yandan da doktora için alması gereken kendi dersleri.

3. senesinde artık dersleri bitmiş, çalışmak istediği hocaya da kendini kabul ettirmiş, araştırma konusunu da seçmişti. Kozmoloji ve Parçacık Fiziği yapacak, evrendeki Kara Madde`nin bir parçacık olup olamayacağını araştıracaktı. Çok zevkle çalıştı. Meraktan, bunun ardından ne çıkacak diye diye sabahlara kadar oturup kompüter programları yazıyor ki sonuca daha çabuk ulaşsın. Çok kısa bir surede ilginç sonuçlar çıkarınca başka bir hoca da bunlara katildi. Serap’ın iki hocası oldu böylece. Yaptıkları araştırmayı yazıp yayınladılar. Buda Serap’ın master tezi oldu. Yepyeni bir konu başlatmışlardı. Fizik dergisinde yayınladıkları bu yazı hala ünlü yazılar listesinde yerini koruyor.

Her şey bu kadar iyi giderken, Serap tam doktorasına başlamak üzereyken kötü bir haberle karşılaşıyor. Sevdiği hocası başka bir üniversiteden teklif almış ve de oraya taşınıyormuş. Serap’a sende benimle gel istersen demiş, buda Serap’ın kafasını çok karıştırmış. Yerine tam iyi alışmıştı, durmadan Philadelphia, New York gidip duruyorlardı. Tam dersleri bitmiş, etrafı görüp sevmiş. Üniversite değiştirmekte pek istemedi, gitmeyip kaldı yerinde.

Zaten iki hocası vardı, biri giderse ötekisiyle çalışacaktı. Ama bu hocayla yeni bir doktora konusuna geçmesi gerekiyordu, tamda istediği bir konu değildi. Biraz sıkıntılar üzüntüler çekti konunun içine girinceye kadar. Bu hocada çok geziyordu, hep konferans, hep seminer. Kendi gidemediği konferanslara Serap ı yolluyor. Serap ta fırsat deyip işini eğlence ile birleştiriyor. Bu sıra Paris den bir konferans teklifi geliyor. Kaçar mı, Serap hazır. Tam o sırada çocukluk arkadaşı da Paris'de olacakmış. Arkadaşı İstanbul’da tekstil ihracatında çalışıyor, Paris'de sergileri oluyordu. Bu sefer o da gitti. İki kafadar yine bir arada, Paris sokaklarında çok eylendiler. Çok konuşacakları birikmiş, sabahlara kadar dolaşıp konuşmuşlar. Sen nehri kıyısında, Sacre Coeur`ün merdivenlerinde oturup içmişler, konuşmuşlar. O sıralar Serap’ın morali biraz bozuktu, hocası ortalarda yok, doktorası yavaş gidiyordu. Bu gezi ona çok iyi geldi. Döndükten sonra kafasını toplayıp, bayağı hızlandırmıştı çalışmalarını.

leytil@gmail.com

45. Amerika`da Doktora Yılları


Kızımızın Amerika dan yazdığı mektupları çok seviyorduk. Aynı arkası yarın gibi yazıyor, bizde postacının yolunu bekliyorduk.  Şimdi o mektupları tekrar okuyorum. O günleri tekrar yaşıyorum. İyi ki varmış o mektuplar diyorum.

Ben bu mektupları okurken. Can Dündar`ın kaleme aldığı bir kitap geçti elime. Erdal İnönü de 1947 senelerinde, master ve doktora yapmak için Amerika ya gitmiş. O günlerde, babası ile karşılıklı yazdığı mektuplar vardı o kitapta. Okuyunca o kadar hoşuma gitti ki. Erdal İnönü`nün yazdığı mektuplarla kızımınkiler aynı idi. Biz o mektupları nasıl bekliyorsak, İnönü`lerin evinde de bekleyiş aynı idi.

İkisi de Fizik okuyorlar. Hocaları ile ilişkileri, aldıkları dersleri, çalışmaları, sınav sonrası acaba ne not alacam diye meraklanmaları. Bizlerinde burada merakla bekleyişimiz. Telefonla bildirme imkanı olmadığı için, onlarda bizde gözümüz yolda postacıda idi. Erdal İnönü`nün de, Serap`ın da aldığı notlar A ve B idi, C de olabilirde, D alırlarsa pek üzülürlerdi. Arada sene farkı olmasına rağmen, kitapta yazılan, anlatılan sanki benim kızımdı.

Erdal İnönü`nün bir cumhurbaşkanı çocuğu değil de, halktan bir talebe gibi, babasının yolladığı para müfettişlik yolu ile belirleniyor. Ancak o kadar para yollanabiliyor. Bu paraları da idareli kullanıyor. Babası paran yeterli oluyor mu diye sorunca, kendi de kuruşu kuruşuna hesap ediyor, ne kadar parası olduğunu yazıyor. Üzülmeyin yetiyor diye anlatıyor. Serap`ta asistanlıktan aldığı parayı bize yazar, nasıl idare ettiğini anlatırdı. Aldığı dersleri, notları, parasının ne kadar olduğunu anlatması, aman ne kadar da Serap`la aynı. Okurken şaşırıyorum.

Serap bir mektubunda, sizleri çok özledim, gelmek isterim ama, yazında ders verirsem bana faydası olacak diyordu. Aynı şekilde Erdal İnönü de, ailesi ile karşılıklı özlemlerinden bahis ediyor, sonrada yazın gelmesem de laboratuvarda çalışsam diyor. Araştırma için, çekirdek fiziği laboratuvarında iş buldum. Bir müddet marangozluk, lehimcilik vs işler öğreneceğim diyor. Orada gördüğü bir araştırma konusu da hoşuna gidiyor. Atom bombardımanında kullanılacak,  yüksek potansiyel jeneratörü imal ediyorlar. İki kişi bu işle uğraşıyor bende onlara katılacam, aletin nasıl yapıldığını iyice öğrenebilirsem, bizim memlekette uygulanması için iyi olur diye düşünüyor. İnönü oğluna gazeteler yollarmış. Türkiye den haberler yazarmış. Bizde mektubun içine, gazeteler den kesilmiş havadisler koyardık. Erdal İnönü de, Serap`ta, gazetelerdeki bu memleket haberlerini çok severlermiş, merakla okurlarmış.

Erdal İnönü master ve doktorasını, Los Angeles, Pasedena daki  Caltech Üniversitesinde yapmış. 50 sene sonra kızımda doktora ötesi projeleri için  iki sene  Caltech Üniversitesinde çalışmıştı. Okulları aynı, oturdukları evleri de aynı sokakta imiş.
Birde Erdal İnönü`nün, en son geleceği sıra, annesinin istediği bir şey var ki, onu da yazmadan geçemiyecem. Bakın o zaman Türkiye de neler yokmuş. Birde o zaman insanların ne kadar kanaatkar olduğunu görün. İstediği şey şöyle. Oğlum orada plastik mandallar varmış, onlardan bana getirebilir misin?

İşte yokluk yıllarımız. Serap`ta zaman zaman sorardı bize, istediğiniz bir şey var mı diye. Masraf ettirmemek için istemeye çekinirdik. Asistanlık parası ile kendi ancak geçinsin derdik. Yinede dayanamaz bir şeyler isterdik.

44. 1983, Amerikada Doktora Yılları


Evvel zaman içinde yazı dizimde, yaşam hikâyemi anlatırken, bir yandan da sizi 30’lu yıllardan 80’li yıllara kadar getirdim. Evvela kendi hayatım, sonra kızımın doğumu, büyümesi, İngiltere deki hayat mücadelesi. Şimdide, üniversite  bittikten sonra Amerika’da ki doktora yılları. Arkadan  Antarktika Güney Kutup noktasında ki  astrofizik araştırmaları. Bilim için çalışmanın yanında, hepside helecan macera dolu bir yaşam.

Kızımız Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümünü bitirdi, doktora yapmak içinde Amerika ya gitti. Delaware Üniversitesinden asistanlık bursu kazanmış, artık akademik hayatta bir yol çizmişti  kendine. İlk okuldan beri hiçbir fazla masrafı olmamıştı. Orta, lise, hatta üniversite de bile paralı okumadı. Harcamaları da fazla olmazdı. Marka meraklısı değildi. Çok şeyini ben diker, hırka ve bluzlar örerdim. Çarşıya bir şey almaya çıkardık, hiçbir şey beğenmez biz yine sandık karıştıralım derdi. Anneannesinden, babaannesinden kalan elbiseleri eski kumaşları daha çok severdi. Aslında onlar daha hakiki ipek kumaşlardı. Onları kendi arzusuna göre düzeltir dikerdim. Kendine göre bir giyim tarzı vardı. Yine bir palto arıyorduk beğenip alamadı, evdeki anneanneden kalma bir palto gördüklerinden daha güzeldi. Bütün üniversite senelerini onunla geçirdi. Paltoyu beğenen olursa da, anneannemin paltosu idi diye övünürdü. İngiltere de anlamışlardı o kumaşların kıymetini. Amerika’ya giderken de yine benim diktiğim ve ördüğüm giysilerle gitti.

Yine ayrılık, yine mektuplar. Serap`ın bu günlerini hatırlamak için, 1983 senesinde yazdığı mektuplar çıktı ortaya. Elimde görenler nasıl sakladın diye şaşırdılar. Aman nasıl sevindim sakladığım için. Neler hatırlatıyor o mektuplar bana. Serap`ın Amerika ya gidişi, hayatı yanında, bizim de 1983 te renkli televizyon aldığımızı, Koyun Adasındaki evin temelini bu sene attığımızı. Daha telefon sıramızın gelmediğini. Yazdıgı bir mektupta ah anne sizinde bir sıranız gelse de telefon alsanız, ara sıra da telefonla konuşuruz diyor. Telefonla konuşmayı istiyor ama niye her zaman değil?.  Ara da teyzesine gidiyorduk, bize oradan ettiği telefonun 5 dakikası 5 dolar olduğu nu söylüyordu. O zaman asistanlık parasını idareli kullanması lazımdı. 5 dakikası 5 dolar pahalı idi. İngiltere deki hayatı, çalışıp okumak ona idareli olmayı öğretmişti.

Evet Amerika’ya gitti, yeni bir ülke, yeni bir okul. İlk başlarda gittiği yeri pek yadırgamıştı. 30 bin nüfuzlu ufak bir üniversite kasabası. Yolda yürüyen herkes birbirine güler yüzle selam veriyor. Sokak da Serap’ın ciddi süratini görenler  “bugün niye gülmüyorsun” diye şakalar yapıp onu güldürmeye çalışırlarmış. İstanbul gibi büyük bir şehirde doğmuş büyümüş, Londra da gezmiş, şimdide bu ufak yerde ben nereye geldim diye şaşırmış. Buraya gelmesinin nedeni  Boğaziçi senelerinden beri  buradaki bir profesörü kafasına takmasındandı.  Aslında o ilk önce konusunu seçmiş sonra kim bu konular üstüne ilginç araştırmalar yapıyor diye araştırmış, bu profesörü bulmuştu. Ama buraya gelince isler değişti. Bu profesör çok ünlü, her konferanstan davet alıyor,  konuşmalar vermeye gidiyor. Hem ortalarda yok hem de çok zor öğrenci kabul ettiğini söylüyorlar. Serap bu sözlere bakmayıp, o profesöre kendini kabul ettirmeyi başarıyor ve birlikte çalışmalara başlıyor. En istediği şeyi başarmıştı artık, çok mutlu idi.

Arkadaşı ile Washington'da
Bir yandan ders ver, öğrencilerin ödev ve sınav kâğıtları notla, bir yandan kendi derslerinin ödevleri, sınavları, çok vaktini alıyor başka bir şey yapmasına zamanı kalmıyordu. Bölümdeki doktora öğrencileri hep birlikte dolaşıyorlar, birlikte yiyorlar, çok kaynaşmış bir arkadaşlıkları vardı. Mezun olup giden öğrenciler eşyalarını yeni gelenlere bırakırmış. Serap da hep verilenlerle mutfağını tamamladı.  Tatillerde araba ile biraz uzaklara gidiyorlar, etrafı tanıyorlar. Yeni yerler gördükçe, etrafın güzelliğini, temizliğini nasıl hayranlıkla anlatıyordu. Hele bahardaki kır gezisini. O ağaçların çiçek açtığı zamanki güzelliğini, her tarafın çiçeklerle donandığını, havanın mis gibi koktuğunu, kuşların cıvıltısını anlatmakla bitiremiyordu. En çok şaşırdığı da ilk defa Atlantik Okyanusunu gördüğü gün olmuş. Uçsuz bucaksız sahiller, bembeyaz kum ve hırçın dalgalı bir deniz. Bütün sahiller herkese açık, bütün sahiller halkın. İstanbul da sahillerin  özel yalılar, kulüplerle  kapanmış olmasına çocukluğundan beri çok kızardı. Simdi burada uçsuz bucaksız kumlu sahili  bulunca Amerika’yı hemen sevdi. Yorucu bir hayatı vardı ama memnundu.